Ali Rıza TURA yazdı – 14 gün arayla öldü Lenin ve Wilson. Önce Lenin, beyninin sol tarafını tutan bir felç nedeniyle. Muhtemelen kendinin ve hastalığının yapayalnız bilinciyle. Sonra da Wilson, beyninin sağ tarafını tutan bir felç nedeniyle. Ama muhtemelen kendi hastalığı dışında her şeyin (yanlış da olsa) farkında olarak…
Ortadan başlayalım o zaman, “kitabın ortasından” değilse de Freud ve kitabından. Yani anlatacağım öykünün ortasından. Freud ve analizanı olan William Christian Bullitt ( 1891-1967), 1920’lerin başında o yıllarda hala ABD’nin 28. Başkanı olan Thomas Woodrow Wilson’un psikanalitik biyografisini yazmaya karar verirler. Kitap on yıl kadar sonra Avrupa’da yayımlanacaktır. Kimi yorumlara göre saygı gereği Başkan Wilson’un (her iki yazarca da saygıdeğer olduğu düşünülen) eşinin ölümü beklenmiştir, kimilerine göre ise Freud bu on yıl zarfında birlikte yazma serüveninden sıkılıp süreci savsaklamış, ama nihayetinde kendini Hitler’in yaklaşan gölgesi altındaki faşizmden kurtaracak olan bu mühim diplomatın güvenli kollarına bırakarak, pek de çaba sarf etmediği Bullitt’in metinlerine kimi psikanaliz kavramları ekleyerek imzasını basıvermiştir. Kitap her şeye rağmen ABD’de ancak 1967 yılında yayımlanacaktır.
Freud’dun biyografik öyküsünü burada anmaya gerek yok. Bullitt’inkine ise kısaca bakmakta yarar var. Pek çok açıdan ilginç. Biz devrimcilerin iyi bildiği Dünyayı Sarsan On Gün adlı kitabın yazarı John Reed’in, kendisi de yazar ve komünizm sempazitanı olan eski eşiyle uzunca bir süre (ikinci) evliliğini sürdüren Bullitt 1. Dünya Savaşı sonrasında ünlü Wilson İlkeleri’nin ateşli savunucusu. Paris Barış Konferansı’nda ABD’nin temsilcisi (bu arada hatırlatalım: O yıllarda Lenin’in Komünist Enternasyonalizm rüzgârına karşı Batı’nın yanıtı, Wilson İlkeleri için daha az kullanılan bir deyim “legalistic internationalisme”. Başka bir değişle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine (bundan sonra metinde UKKTH kısaltmasıyla geçecek) biri Batıdan, burjuva liberal – demokratik, diğeri Doğudan, sosyalist ve demokratik, iki fikir karşı karşıya. O yılların diğer terimleriyle Leninizm ve Wilsonizm kapışmakta.
Dedim ya Bullitt ilginç bir sima. Ama henüz bitmedi. Kahramanımız aynı zamanda Amerikalı “radikal” (yani muğlak aslında, hem liberal hem de komünist anlamına geliyor o yıllarda) Lincoln Steffens ile hem de İsveçli komünist Karl Kilbon ile sıkı fıkı (Kilbon 1926 yılında İsveç Komünist Partisi’nin kurucularından olacak, 1930’lu yıllarda ise kendi kurduğu partiden ayrılarak Sosyalist Parti’nin lideri konumuna gelecek). Sonuç olarak bu üçlü, detaylarını hala bilmediğimiz bir ilişkiler ağı içerisinde 1919 yılının birkaç ayı boyunca ABD ile Bolşevikler arasında özel diplomatik görevler üstlenecekler. Ama nasıl olacaksa olacak Wilson bütün bu açılımlarından vazgeçecek ve daha bir yılını bile doldurmadan Bullitt’i görevden alacak.
Hangi zaman dilimine sıkıştırdıysa, biyografiler Bullitt’in Freud’un analizanı olmasını da yaklaşık bu yıllara tarihliyorlar. Muhtemelen, ya resmi psikanaliz ifadesiyle “Bullitt’in analizi tamamlandıktan sonra” (yani en iyimser ifadeyle muhtemelen “hemen sonra”) ya da belki de hemen öncesinde Bullitt allem edip kallem edip Freud’u Wilson’nun biyografisini birlikte yazmaya ikna ediyor. Bu arada Wilson sağ ve (ilerde göreceğimiz gibi “dimdik ayakta” değilse bile) hala iktidarda. Ne var ki kitabın tamamlanması yukarıda da belirttiğim gibi on yıl kadar sürecek.
Bullitt’in bundan sonraki serüveni bizi pek ilgilendirmeyecek. Gene de kısaca bahsetmiş olalım: Önce Roosevelt’in atamasıyla SSCB’nin ilk resmi büyükelçisi, sonra (Blum hükümeti sırasında) Fransa büyükelçisi, bir evlilik daha, yaşlılık ve 1967’de ölüm… SSCB büyükelçiliği yıllarından başlayan koyu ve karanlık, belki de koyu karanlık antikomünizm dönemi, ölümüne değilse bile ölünceye kadar.
Freud: Ortada
Freud, Düşlerin Yorumu adlı kitabını yazdığı sıralarda (tarih 1900) bile “tarihe geçeceğinin” farkında. Daha o yıllarda fakirhanesinin kapısında bu kitabın yazarı olarak adının resmen ilan edileceğinin düşünü kurmakta. Bu nedenle ne o yıllarda bile ünlü Bullitt’i analize almasına şaşmalı, ne de kendi ilkelerini zorlayarak analizanıyla ortak kitap yazma vaadinde bulunmasına. Ayrıca zaman geçtikçe bu ikili arasındaki dostluk bir Yahudi ve deklare bir Darwinizm yanlısı olan Freud’du (Roosevelt’in de araya girmesiyle) yaşlılık yıllarında Hitler’in faşizminden kurtaracak. Bu kritik yıllarda kapağı çoktan ABD’ye atan eski öğrencisi Ferenzi ile mektuplaşmalarındaki ikircikli yazışmalarından bile anlaşılabileceği gibi Freud’un birincil hedefi kendini, ama daha çok kendi yaratısı olan Psikanalizi güvenli topraklara taşımak. Ama başka bir umut ışığı da görmüyor değil Freud ABD’de. Ferenzi ile mektuplarının bir bölümü baha 1915’den beri Wilson’un güncel politikaları konusundaki yorumlar içeriyor (bkz Ernest Jones: Freud Hayatı ve Eserleri. Kabalcı yay. 2004, s. 533-544)
Dolayısıyla bunlar Bullitt’le ilişkisinin pragmatist yanını açıklasa bile Wilson üzerine onunla bir kitap yazma fikrini kendi başına açıklamamakta. Öyle görünüyor ki 1920 yılının hemen başında sadece Bullitt değil Freud da kendine göre sebeplerden ötürü Wilson’a karşı bir tür düş kırıklığı hissetmiş olmalı. Bullitt’le birlikte yazdıkları kitap (Thomas Woodrow Wilson; A Psychological Study, 1967) entelektüel, sofistike bir dille Wilson’u en hafif deyişle itibarsızlaştırıcı cümlelerle dolu.
Öyleyse önce kitaba bakalım:
“Wilson’un egosunun babası karşısındaki pasifliği konusunda kullandığı çıkış yolları, süperegosunun benimsediği çıkış yollarıydı. Babası ne istediyse yapmış, istemediği hiçbir şeyi ise yapmamıştı. Babasının düşüncelerini sorgusuz sualsiz kabul etmiş, liderliğini hayranlıkla benimsemişti…”(s. 65)
1919 yılında Wilson’un kendi ünlü 14 İlkesinin arkasında durmaktaki zafiyetini ise şöyle açıklıyorlardı:
“1919 Nisanından Eylülüne uzanan süreçte tam ve nihai çöküşü sırasında zihinsel yaşamı gerçeklikten büyük ölçüde kopmuştu. 1919 Nisanının ikinci haftasında kadınsılığı ve korkusuyla yüzleşememesi, buna karşılık gerçeğe ulaşmaktaki yetersizliğini kapatmak için rasyonalizasyon çabalarına dört elle sarılması yanında zihinsel çözülmesi tali bir belirtidir. Yaşamının krizinde babası karşısındaki pasifliği ve korkusu onu bir kez daha teslim aldı. Bu durumun bilgisini asla bilincine taşıyamamış görünüyor. 14 İlkesini Versay anlaşmasına taşımaya karar verdiğinde ise sadece soylu saiklerin bilincindeydi. İlkesel planda tüm dünyanın kendisine olan güvenini yerle bir etti.” (s.264)
*****
Freud’un kaleminden çıktığı besbelli bu satırlardaki ödipal örselenme yorumları acımasız bulunabilir. Ama çok daha erken bir tarihte Freud kendi babasının ölümü sonrasında (1896) giriştiği oto analizi sırasında çuvaldızı kendine batırmıştı. Kendi nörotik semptomlarıyla, mesela histerik bayılmalarıyla yüzleşme sürecinde ne kendi babası karsısındaki pasifliği ne “eşcinsel libidosu” kalmıştı didiklenmedik. ( bkz: Didier Anzieu: Freud’un Otoanalizi ve Psikanalizin Keşfi. Metis yay. 2003 ).
Kimi okurun iştahlı beklentisinin tersine Freud’un Wilson hakkındaki analitik yorumları ile Freud’un oto analizini karşılaştırmak gibi baştan çıkarıcı bir serüvene atılmayacağım. Şunun altını çizmek istiyorum tekrar olması pahasına: Belli ki 1919 yılının sonlarında Wilson’un “kendisine olan güvenini yerle bir ettiği tüm dünya” içinde Freud listenin ön sıralarında olmalı.
Kısaca bakalım o zaman dünyanın 1919 yılından hemen önceki ahvaline.
1919’a doğru
Birinci Dünya savaşı henüz bitmiş ( büyük ölçüde). Dört yıllık savaş ardında on milyonlarca ölü, en az bir o kadar yaralı ve sakatın yanı sıra harap olmuş şehirler bırakmış. Bütün bir Avrupa Kıtası galibiyle mağlubuyla yarı enkaz halinde. Avusturya Macaristan İmparatorluğu tarih olmuş. Freud böyle bir yıkıntının ortasında, Viyana’da hasta bulmaya çalışıyor, okuyor, yazıyor.
Viyana’nın doğusunda ABD savaşın yıkımına maruz kalmamış yeni bir hegemonik emperyalist güç potansiyeli olarak yükselişte. ABD Başkanı Wilson yıkılan dünyaya kalıcı bir barış vaadini taşıyan ünlü 14 İlke’sini yeni açıklamış. Bu ilkeler arasında 14. Maddede isim olarak değilse bile betimleyici bir ifade olarak bu ilkeleri hayata geçirebilecek yegane güç olarak ilk Birleşmiş Milletler projesi gündemde. Galipler ve mağlupların yeni statülerini belirleyecek olan Versay Antlaşması için diplomatik heyetler hummalı bir hazırlık içinde.
Viyana’nın batısında bunlar olurken doğusunda da yeni bir güç oluşmuş: Muzaffer Bolşevik Devrimi içte eski rejimin karşı devrimcilerine karşı yoğun bir savaş yürütürken bir yandan da emperyalist kuşatmayı yarmak için hararetli bir diplomasi savaşı veriyor. Lenin Wilson’un 14 İlke’sinden yaklaşık dört yıl önce Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı başlığını taşıyan broşürünü kaleme alarak uluslar sorununu Wilson’un liberal demokratik yaklaşımından çok daha derinlemesine biçimde sosyalist ve demokrat bir perspektifle çözüme kavuşturmuş. Genç Sovyetler bir yandan uluslararası devrimin nüfuz alanını yaygınlaştırmaya çalışırken bir yandan da içeride ve dışarıda Lenin’in UKKTH ilkelerine sadık kalmak için kılı kırk yararak savaşıyorlar.
Hulasa Viyana’nın batısında Avrupa’ya kalıcı bir barış ve imar vaat eden kapitalist ABD ve başkanı Wilson var, doğusunda ise tüm insanlığa yeni, eşit ve çok daha adil bir dünya vaat eden komünist Sovyetler Birliği ve başkanı Lenin.
Viyana bu coğrafyanın ortasında, Freud Viyana’nın ortasında orta halli bir semtte. Politik olarak da ortadadır. “Komünist gelecek” konusunda ise cümlenin tam ortasında. Öğrencisi ve “vakayı nüvis”i Ernest Jones şöyle anlatır:
“Freud, yakınlarda ateşli bir komünistle görüştüğünü ve yarı yarıya Bolşevizme döndüğünü söyleyerek beni şaşırttı – kendisine Bolşevizmin gelişinin birkaç yıllık sefalet ve karmaşaya neden olacağı ve bu yılları evrensel barış, refah ve mutluluğun izleyeceği söylenmişti. Freud şöyle dedi: ‘ Ona ilk yarıya inandığımı söyledim’.” (E. Jones, Freud, Hayatı ve Eserleri, Kabalcı yay. 2004, s. 540).
Yıllar sonra son yapıtlarından birinde de benzer düşünceleri dile getirecektir ( Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis yay, 1999 ). Ama bu kez Komünizme değil “insanlığa” ve uygarlığa karşı duyduğu şüphelerden dolayı. Aslında bu şüpheler daha Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında iyice belirginleşmiş gibidir. 1915 yılında kaleme aldığı 12 makalede ( bunlardan beşi bulunabilmiştir ve Metapsikoloji adıyla yayımlanmıştır; bkz. Freud Métapsychologie, Gallimard yay. 1968) bilinç – önbilinç – bilinçdışı üçlüsü ile ego libidosu – nesne libidosu kavramları etrafında kurmuş olduğu Birinci Topik olarak bilinen kuramını gözden geçirmeye başlamıştır. Savaşın büyük yıkımının iyice belirginleşeceği ve batıdan da doğudan da umudunu keseceği 1920 yılında Haz İlkesinin Ötesinde adlı yapıtında (bkz: Haz İlkesinin Ötesinde, Ego Ve İd, Metis yay.) ilk kez libidonun yanı sıra bir başka dürtüden de bahsedecektir: Ölüm Dürtüsü ( ya da daha sonraki kavramsallaştırmasıyla Thanatos). 1923 yılında kaleme aldığı Ego ve İd ( yukarıda anılan kitap içinde, yani birlikte basım) ile, id – ego – süperego üçlüsü ve eros – tanatos dürtüleri etrafında yeniden düzenlenen kuram İkinci Topik adıyla tamamlanacaktır. Dört yıl içinde milyonlarca insanın birbirini öldürmesinden sonra psikanaliz kuramı ölüm dürtüsü kavramını edinecektir.
Başka bir deyişle Freud’un Bullitt ile birlikte kaleme aldıkları Wilson biyografisi 1930 yılında tamamlandığında psikanaliz kuramı bu ikinci kavramsal bütünlüğe çoktan ulaşmıştı. Ama 1919 yılında Wilson konusunda yaşadığı düş kırıklığı hala aynı canlılığını koruyordu. Peki, tam olarak ne olmuştu 1919 yılında, iki yeni, yani Batı (ABD) ve Doğu (Sovyetler Birliği), Sağ (Liberal demokrat Wilson) ve Sol (Komünist ve demokrat Lenin) arasında?
1919 yılı
1913 ile 1921 yılları arasında ilk kez bir “Demokrat” olarak iki dönem ABD Başkanlığı yapmış olan Thomas Woodrow Wilson 8 Ocak 1918 tarihinde Kongre’de ünlü 14 İlke’sini sakin ama kararlı bir ses tonuyla okuduğunda tüm dünyada büyük bir yankısı olacağını biliyor olmalıydı (Osmanlı’da bile duyuldu bu yankı: Halide Edip ve Ali Kemal’in de bulunduğu kimi münevverler 4 Aralık 1918’de Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdular. Ertesi gün Wilson’a bir mektup yazarak 9 maddelik bir bildirgeyle Amerikan mandasını kabul ettiklerini açıkladılar. Cemiyet ancak iki ay yaşayabilse de etkileri devam etti: İzmir’in işgaliyle hararet kazanan tartışmalar Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde de sürdü). Ama belki de en çok Genç Sovyet devletindeki yankısını merak etmiştir Wilson. Zira İlkeler’in 6. Maddesi örtülü biçimde Lenin tarafından 26 Ekim 1917 tarihinde Tüm Rusya Sovyetleri Kongresi’nde okunan Barış Kararnamesi’ne yanıt niteliğindeydi ( bu kararnameyle Lenin yeni devletin savaştan çekileceğini ve Almanya dahil tüm ülkelerle barış masasına oturmaya hazır olduğunu açıklamıştı). Daha da önemlisi 14. Madde yukarıda da belirttiğim gibi tüm uluslara kalıcı bir barışı güvenceye alacak uluslar üstü bir örgütü oluşturma çağrısında bulunuyordu. Bu aslında 1915 yılından beri Hollanda, İngiltere ve Fransa ile ABD arasındaki gayrı resmi görüşmelerde gündeme alınan bir “birleşmiş milletler örgütü” için ilk resmi çağırı anlamına geliyordu.
Lenin’in ünlü Amerikan İşçilerine Mektup’u 1918 Aralık ayında New York’da yayımlanan Amerikan Sosyalist Partisi yayın organı The Class Struggle’da (Sınıf Mücadelesi) ve hemen sonra da Boston’da John Reed’in de yazı kurulunda yer aldığı The Revolutionary Age ( Devrimci Çağ) dergisinde yayımlandı. Çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Geniş yığınlar ABD’de Sovyetler’e sempati duymaya başlamışlardı (şunu da eklemek gerek: her ne kadar birbirlerine savaş ilan etmeseler de bu dönemde ABD’nin bu günkü Çek Cumhuriyeti topraklarındaki askerleriyle Bolşevikler fiilen yer yer çatışma içindeler).
Çok da uzatmadan 1919 yılına gelecek olursak, 14 İlke’nin açıklanmasından yaklaşık bir yıl sonra 25 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı, Cemiyeti Akvam’ın (1946 yılına dek sürecek olan ilk Birleşmiş Milletler) kurulmasını resmen kararlaştırdı.”Wilsonizmin” ilk uluslararası başarısıydı bu ve arkası gelecek gibiydi. Wilson’un Bullitt, Lincoln Steffens ve Karl Kilbon üçlüsünü Bolşevik Hükümet ile diplomatik ilişkiler kurmakla görevlendirdiği aylar Paris Barış Konferansı’nın bu kararıyla 28 Haziran 1919 yılında Versay Barış Antlaşması’nın imzalanması arasındaki süre olmalı. Versay’ı bizzat Wilson imzaladı. Versay 10 Ocak 1920’de yürürlüğe girecek. Ama Wilson İlkeler’inden pek de bir iz taşımadan. Zira Wilson Versay Antlaşması’ını onaylanmasını kendi Kongre’sinden geçiremeyecek. Dahası bu süre Wilson’un ani başarısızlıklarının birbiri ardı sıra geldiği aylar olacak. Wilson anlaşılmaz bir kararla Bullitt’i hem Paris Barış Konferansındaki hem de Bolşeviklerle yürüttüğü diplomasi görevinden azledecek. Aynı zamanda tutarsız ve sinirli konuşmaları yüzünden Kongre’yi kendi ürünü olan Cemiyeti Akvam’a katılmaya da ikna edemeyecek. Üstelik bu başarısızlığından dolayı en ufak bir üzüntü belirtisi bile göstermeyecek.
Biliyorum tekrar olacak: 1920 Freud’un Bullitt’i analize aldığı yıl. Kısa bir süre sonra yukarıda andığım Wilson üzerine kitabı birlikte yazmaya karar verecekler. Biri Wilsonizmi yere göğe koyamayan ama sonuçta hayran olduğu kişi tarafından kovulan bir” Wilsonzede”, diğeri bildiğimiz kadarıyla daha 1915’den beri Wilson sayesinde gelebilecek son barış ve adalet umutlarının yerle bir olmasıyla viraneye dönmüş Viyana’da insan hakkındaki kuramını artık “ölüm dürtüsü” kavramıyla yeniden düzenlemeye çalışacak bir büyük düşünür.
Ortada hem “libidonun yer değiştirmesiyle” açıklanamayacak bir büyük kıyım var hem de bu kıyımdan ders çıkarıldığına dair bir umut kıvılcımını (“İlkeler”) tam da başarının zirvesindeyken kendi elleriyle mahvetmiş bir dünya lideri. Gerçi ilk topik kuramına bağlı olduğu yıllarda Freud bu zirvedeyken çökme temasını çalışmıştı: 1916 yılında İmago dergisinde yayımlanan Psikanaliz Çalışmalarından Birkaç Karakter Tipi adlı üçlemesinin ikincisi “Başarıda Yıkılanlar” adını taşır. Bu denemesinde Freud tam da yıllarca ulaşmak istedikleri amaçlarına ulaşmanın eşiğine gelmişken “yıkılan”, kendilerini ağır bir nevroza sürüklenmiş olarak bulan üç kadını analiz eder. Biri kendi hastasıdır diğer ikisi ise ünlü edebiyat karakterleri: Shakespeare’in Lady Macbeth’i ve Ibsen’in Rebekka’sı. Cinsiyet farkı çok önemli değildir, hele Freud’a göre Wilson’daki “kadınsı” karakter özelliği düşünüldüğünde ( bkz Freud, Sanat ve Sanatçılar Üzerine, YKY, 1995, s. 181 – 202 ).
Wilson vakası ya da “Freud zor durumda”: Psikanalizden nörolojiye
1919 yılında ne olmuştu da Wilson birdenbire “başarıda yıkılmış”tı, onunla birlikte Freud, Bullitt ve milyonlarca insanın umudu? Gerçekten ikilinin yazdığı gibi, Wilson’un ödipal psikodinamikeri mi nüksetmişti? “Babası karşısındaki pasif, kadınsı boynu büküklüğünden miydi” bütün olup bitenler? Paris Konferansında, Kongre karşısında, Versay’da yeterince “erkekçe” tavır alamamış mıydı?
Yıllar sonraki kayıtlar tersini gösteriyor. 1919 yılında Wilson tam bir ”kızgın boğa” gibi davranıyor: Sadece Bullitt’i değil kendisine “darbe” yapacağı paranonyası ile Dışişleri Bakanı’nı da görevden alıyor. Hatta bir söylentiye göre alenen tokatlıyor. Bakanları azarlıyor, üstelik kimi tanıklıklara göre pısırık, mahcup bir kadınsılık şöyle dursun aşırı sosyal ve “maço”.
Dipnot niyetine: Gene de Psikanaliz ve nöroloji ilişkisi konusunda Freud’a haksızlık etmemek gerek. Her şey bir yana Freud’un fizyolojiden sonraki ikinci göz ağrısının (Charcot’nun da etkisiyle) nöroloji olduğunu ve bir gün kendi psikanaliz kuramının ancak nörolojideki bilimsel ilerlemeler sayesinde sınanacağını söylediğini unutmamalı.
Aslında 1970’li yıllarda meraklı bir Amerikalı nörologun araştırmalarıyla ortaya çıkan, ama hala siyaset bilimi literatürünün farkında olmadığı bir gerçek var: 1919 yılında Wilson tıbbi deyimle bir SVA (Serebro Vasküler Atak; hem damar sertliğine, hem beynin kansız kalmasına hem de bir atar damar patlaması sonucu beyin kanamasına bağlı olan beyindeki tüm damara bağlı hasarlara verilen genel isim. Bu nedenle SVA olarak bırakmayı uygun buluyorum) geçiriyor. Kayıtlar 1919 yılı öncesinde hatta öğretim üyesi olduğu yıllarda da küçük ataklar geçirmiş olabileceği yolunda bilgiler taşıyor. Beyninin sağ tarafında gerçekleşen bu ataklar sonucunda ilk olarak karakterinde aniden ciddi değişiklikler ortaya çıkıyor. Yakın çevresi uçarı davranışlarından, sürekli karar değiştirmesinden bir şeyler olduğunun farkında, ama SVA somatik bir felce dönüşmediğinden pek bir “hastalık” belirtisi de yok ortalıkta. Ancak birkaç hafta sonra ikinci ataktan sonra sol tarafına inme inecek ve felç geçirdiği yakın çevresi tarafından anlaşılacak. Gene de bu durum bir süre daha kamuoyundan gizlenecek. Bu noktada sıkıcı da olsa kimi nörolojik bilgilere ihtiyacımız olacak.
Beynin sağ tarafını yaygın bir biçimde tutan SVA bedenin sol yarısında felce yol açar. Ama sağ hemisfer (yarı küre) SVA’larının yaklaşık yirmide birinde tuhaf bir semptom daha gelişir. Felç geçiren hasta anosognozi’den de mustariptir. Anosognozi “hastalığının farkında olmama hastalığı” olarak çevriliyor. Olan biten özetle şu: mesela sağ SVA geçiren kişi sol kol ve bacağını hissetmese ve hareket ettiremese de bunun bilinçli olarak farkında olmaz. Söylendiğinde ve açıkça gösterildiğinde bile kabul etmez. Kimi durumda tutmayan sol kolunu kaldırıp hastaya “bu kimin kolu” diye sorduğunuzda “ne bileyim, ama benim kolum değil” diye cevap verebilir. Hatta kimi hastalar “sol yanlarında bir başka hastanın bedeninin olduğundan” bile şikâyet etmişlerdir: “Yer mi yok da yatağımın sol tarafında bir başka hastayı yatırıyorsunuz.”
Bu hastalarda bedensel felçleri dışında rasyonel olmayan bir düşünce akışı yoktur. Kim olduklarını, nerede olduklarını, zamanı, hatta gündelik yaşamdaki ayrıntıları bile doğru olarak algılar ve sorulduğunda doğru yanıtlar verirler. Bilinçli bilgi olarak işleyemedikleri enformasyonlar sadece bedenlerinin sol tarafıyla ilgili olarak beyinlerinin sağ tarafından gelmesi gereken enformasyonlardır. Beyinlerinin sağ yarım küresiyle sol yarım küresi arasındaki enformasyonu sağlayan Corpus Callosum’ları hasarlı değildir, ama sağ yarım küreleri hasarlı olduğundan dominant olan sol yarım küre bedenin sağ tarafından “yeterince” enformasyon alamaz.
Ama şimdi buraya dikkat. Sol yarımküre genellikle dominant olandır, yani hem kendinden aldığı hem de Corpus Callosum aracılığıyla sağ taraftan iletilen enformasyonları sol yarım küre bütünleştirir, nihai olarak yorumlar ve kararlaştırır. Üstelik neo korteksteki dil alanları (dili konuşma sürecini düzenleyen Broca Alanı ve konuşulanları – kendi sesli konuşmalarımız dahil – anlamayı mümkün kılan Wernicke Alanı ve bunları birbirine bağlayan karşılıklı aksonal yolaklar) beynin sol yarım küresindedir. Bu nedenle sağ yarım küredeki bir SVA sol tarafa enformasyon girdisi sağlamadığında sol taraf bu bilgi açığını dilsel olarak kapatabilir, yani rasyonalize eder. Başka deyişle hasta kişi görsel olarak algıladığı kendi sol kolunu beyninin bu kolla ilgili sağ tarafındaki merkezlerden iç enformasyonu yeterince alamadığı için dilsel/rasyonel olarak bedeninden ayrı “başka bir şey” olarak yorumlar.
Buraya kadar yeterince açıklayıcı olduğumu ummakla yetineceğim. Ama şu soruya hala yanıt vermiş değiliz: Ya Wilson’un davranışlarındaki, ya da genel olarak karakterdeki ani bozulma?
Bunu anlamak için nöroloji tarihinde önemli bir yeri olan bir vakaya bakmak üzere daha da gerilere gitmek gerek (bu arada hala okumaktaysanız sabrınıza hayran olduğumu belirtmek durumundayım). 1848 yılında New England’da demiryolu yapımı sırasında ciddi bir kaza olur. Bir kaya kitlesini parçalamak üzere yerleştirilen dinamit kazara erkenden patlar. Hem ekibi hem de patronları tarafından çok sevilen, dürüst, iyi ahlaklı bir kişi olarak bilinen Phineas P. Gage adlı ustabaşı başından yaralanır. Patlama sonucu bir demir çubuk Gage’in sol yanağının altından girmiş ve alnının sağ üst yanından çıkıp metrelerce öteye düşmüştür. Çubuğun kafatasına girdiği ve çıktığı yerlerde yaklaşık 4 – 5 cm.’lik delikler bırakarak. Ama tuhaf bir şey olur: Patlamanın etkisiyle yere düşen Gage üstü başı kan ve beyin parçaları ile lekeli bir halde ayağa kalkar ve sakin bir biçimde konuşmaya başlar. Arkadaşlarının yardımıyla akşamüstüne doğru bir at arabasıyla yakındaki bir kasabaya ulaştırılacaktır. İki ay hastanede kaldıktan sonra taburcu edildiğinde fiziksel sağlığı tümüyle yerine gelmiştir. O yılların nörololji bilgisi çerçevesinde bir mucize gibi görünmektedir bu hızlı iyileşme. Ama kısa bir süre sonra beklenmedik davranışlar göstermeye başlar Gage. O eski halim selim, sevecen, iyi ahlaklı adam gitmiş, yerine kaba saba, sürekli küfür eden, tahammülsüz, ikide bir birbiriyle çelişen kararlar alan başka biri gelmiştir sanki. Tutarsız hal ve hareketlerine rasyonel açıklamalar getirse de kendisine ve çevresine zarar verici davranışlar içerisindedir. 1861 yılında şiddetli bir epilepsi nöbeti ardından öldüğünde kimse otopsi yapma gereği duymamış, sade bir törenle gömülmüştür.
Yaklaşık 120 yıl sonra nörobilimci Hanna Damasio’nun girişimiyle mezarı yeniden açılacak ve günümüz MR, fMRI ve tomografi imkanları sayesinde ulaşılan yeni bilgiler çerçevesinde kafatası inceleme konusu olacaktır. Hanna Damasio ve ekibinin ulaştığı sonuçlar kısaca şöyledir: Sol çenenin hemen üzerinden girip kafatasının biraz sağ üst alın bölgesinden çıkan demir çubuk beynin sol tarafındaki konuşma merkezleri olan Broca ve Wernicke alanlarında bir tahribat yaratmadığı gibi, sağ ve sol sansoriyomotor kortekslerde de bir hasara yol açmamış olmalıdır. Bu durum Gage’in ne sağ ne de sol tarafını tutan bir felç geçirmemiş oluşunu açıklamaktadır. Konuşma ya da anlama konusunda bir sorun yaşamaması da dil korteksinin hasarlı olmaması ile açıklanabilmektedir. Ne var ki çubuğun çıktığı yer yani frontal lobun prefrontal bölgesindeki ventromediyal, başka bir terimle orbital (yani göz arkası) bölgeleri bilateral (sağlı sollu) olarak yok olmuş olmalıdır. Bu bölgeler ilgili limbik sinaptik yolaklarla birlikte bugünkü nöropsikolojik bilgiler ışığında kabaca “karakter”, “vicdan”, “ahlak” vb. özelliklerimizin yanı sıra doğru karar verebilme yetimizin de evrimsel olarak geliştiği beyin bölgeleridir.
Wilson’a dönersek; sol hemiflejiye (yani bedenin solunu tutan inme ya da eş anlamlı olarak, felç) neden olmasa da davranış, karar ve karakterinde ani bir değişiklik olduğuna göre ilk atak beyninin sağ prefrontal ventro mediyal alanını tutmuş olmalı. Birkaç hafta sonraki ikinci atakta ise bedeninin sol yanına inme indiğine göre beyninin sağ sansoriyomotor alanları da geniş biçimde hasar görmüş muhtemelen. Anosognozi yani felç geçirdiği gerçeğini fark etmeme durumu ise belli ki ilk ataktan beri mevcut.
Bugün Wilson’un vahim hastalığının boyutlarının hükümet üyelerinden bile saklanmasında bir ikilinin kilit önemde bir rol oynadığını artık biliyoruz: İkinci eşi Edith Bolling Galt ve Wilson’la ikinci eşi arasında “çöpçatanlık” da yapmış olan doktoru ve sırdaşı Cary Travers Grayson.
Wilson’a 1919 yılının tek armağanı bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü almış olması. 1920 yılının sonundaki seçimi Cumhuriyetçi adayın kazanmasından sonra ikinci dönem başkanlık süresi 1921’de dolan Wilson, bu tarihten 3 Şubat 1924 yılındaki ölümüne kadar karısıyla birlikte münzevi bir hayat sürecek.
Doğu’da: Bolşevikler ve Lenin
Lenin’i Barış Kararnamesi (1917) ve Amerikan İşçilerine Mektup (1918, Aralık) vesilesiyle anmıştık. Bolşevikler Barış Kararnamesi’ne sadık kalacaklar ve Almanya ile (Rusya açısından hiç de adil olmamasına, üstelik Almanya’da Spartakist hareketin bastırılmasını kolaylaştıracak olmasına rağmen) barış antlaşmasını gerçekleştirecekler. Troçki’nin sürdürdüğü, kendi ara yol formülü kabul görmeyince terk ettiği görüşmeler 3 Mart 1918’de Brest-Litovsk’ta bizzat Lenin tarafından imzalanacak.
Bu imza 30 Ağustos 1918’de Sosyalist Devrimci Fanya Kaplan’ın Lenin’e suikast düzenlemesinin gerekçesi olarak gösterilecek. İkisi boyun hizasına yakın yerlere, biri akciğerine üç kurşun isabet eden Lenin saldırıdan sağ kurtulsa da sağlığı eskisi gibi olmayacak. Almanya, İngiltere, Polonya, ABD ve hatta Japonya tarafından açıkça desteklenen Beyaz Ordulara karşı Kızıl Ordu nihai zaferini Troçki’nin önderliğinde ancak 1921 yılında ilan edecek. Ama bu yıl hem Birinci Dünya Savaşı hem de iç savaş yorgunu Rusya’da devrimci atılımın geri çekilmeye başladığı ve yerini Rus milliyetçiliğinden beslenen bir bürokratik “Termidor”un (terim Troçki’ye ait) belirmeye başladığı yıl aynı zamanda. Beri yandan başta Almanya ile İtalya’nınkiler olmak üzere Avrupa işçi sınıfının uluslararası devrimci atılımının geri çekileceği dönemin başlangıcı. Lenin bu tarihte ülke içinde Stalin’in Gürcistan’daki baskıcı uygulamalarına karşı UKKTH çerçevesinde son mücadelelerinden birini veriyor.
Mayıs 1922: Lenin’in bedeninin sağ tarafına felç indi. Muhtemelen Kaplan’ın Lenin’in boynuna isabet eden kurşunlarından birinin etkili olduğu, beynin sol hemisferini tutan bir kısmi felç. Aynı yıl aralık ayında gene aynı tarafta bir ikinci atak: Lenin artık sağ elini hiç kullanamıyor, yataktan tek başına kalkamıyor. Hükümetteki görevlerinden tümüyle ayrılmış durumda. Beynin sağ tarafındaki ataklardan (Wilson) farklı olarak sol taraf lezyonları sonucu felç geçirenler hastalıklarının hep farkındadırlar. Hatta kendilerine olduğu kadar dünyaya karşı da her zamankinden daha kötümser duygulara sahiptirler. Lenin devrimin, ama esas olarak partinin geleceğinden kaygılı. Nörolojik gerekçe bir yana haksız da sayılmaz: Parti hemen her konuda Stalin ile Troçki arasında giderek artan bir kutuplaşma yaşıyor: Tek Ülkede Sosyalizm hattına karşı Dünya Devrimi, Tek Parti-tek lider anlayışına karşı Sovyet Demokrasisi ve parti içi eğilim hakkı, “Sosyalist Gerçekçilik” karşısında sanatta özgürlük, hatta Pavlov’a karşı Freud. Bunlar Stalin önderliğindeki Stalin-Kamanev-Zinoviyev “triumvira”sına karşı başını Troçki’nin çektiği Sol Muhalefet arasındaki kamplaşmanın kimi alanları yalnızca…
Lenin Parti’nin 1923 yılının Nisan ayında toplanacak 12. Kongre’sinde okunmak üzere bir mektubu eşi Krupskaya’ya dikte ettiriyor. Sonradan “Lenin’in Vasiyetnamesi” olarak anılacak mektupta yoldaşlarından bütün gücü elinde bulunduran Stalin’in genel sekreterlikten alınmasını, Troçki’nin bütün parlak yeteneklerine rağmen kendine duyduğu aşırı güven nedeniyle meseleleri derinlemesine ele almaktansa idari önlemlerle yetinme eğiliminde olduğunu, Parti’nin kolektif bir yönetime sahip olması gerektiğini… söylüyor. Kaygılı, depresif bir ifadeyle. Ama Kongre tarihinden önce 1923 yılının Mart ayında gelen üçüncü atak sonucu Lenin konuşma yetisini tümden yitiriyor.
Hadi bakalım yine zorunlu bir “nöroloji molası”
Nörolojide “afaziler” başlığı altında toplanır konuşma bozuklukları. Temel nörolojik neden beynin (genellikle) sol hemisferinde yer alan merkezlerin lezyonuyla ilgilidir. Sol frontal kortikal alanda (44. Brodmann Alanı) ünlü nörolog Broca’nın adıyla da anılan merkezdeki lezyonlar, lezyonun büyüklüğüne ya da beynin bireysel gelişiminin özelliğine göre kişinin konuşma yetisi üzerinde tahribatta bulunur. Literatürde Broca Afazisi olarak anılan bu hasar kimi kelimelerin unutulmasından ya da yerlerine alakasız başka kelimelerin kullanılmasından konuşmanın tümüyle yitirilmesine uzanan geniş bir spektrumdaki yeti kaybına yol açar. Bunun da ötesinde sözdizim (sentaks) ve bağlaçların yerinde kullanılması da hasar görür. Üstelik söz konusu olan yalnızca ağız, dil, çene gibi kasları kullanmakla ilgili sansoriyomotor bir felç durumu da değildir. Kişi elini ve parmaklarını kullanabilse bile sağır/dilsizler için yaratılmış olan “işaret dilini” de kullanamaz. Yani beyinde “gömülü” (insanın bazen Chomsky’e inanası geliyor!) ifade yetisinin kısmen ya da tamamen yitirilmesidir esas problem.
İkinci ana afazi türü Wernicke Afazisi olarak bilinir. Gene sol hemisferde birinci işitme alanının hemen üstünde, temporioanteriyorsansoriyal bir kortikal alanı kapsar. Buradaki lezyonlar ise doğrudan konuşmayı etkilemez, ama hasta başkalarının konuşmasını da kendi ağzından çıkan sözleri de anlamsız, saçma sapan sesler olarak algılar. Dünyayla tüm anlam iletişimi kopmuştur. Kendi konuşmaları akıcı da olsa hem kendisi hem de başkaları bakımından anlamdan yoksundur.
Lenin’in son atakta öncelikle Broca Afazisine maruz kaldığı açık: Konuşma yetisini tümüyle yitirdiği belirtilir tüm kaynaklarda. Ama aynı zamanda atağın yol açtığı lezyonun Wernicke’yi de tutup tutmadığını bilmiyoruz. En azından benim taradığım kaynaklarda bu konuyla ilgili bir ayrıntıya yer verilmemiş. Ama eğer böyleyse 1923 Martıyla öldüğü tarih olan 21 Ocak 1924 arasındaki yaklaşık on ay boyunca dünyayla hiçbir iletişim imkanı olmadan, ama bilinci ve aklı yerinde olarak yaşamış olmalı Lenin; sanki cogito ergo sum (Descartes) cümlesi içinde hapsolmuş bir refleksif, solipsist bilinç olarak…
14 gün arayla öldü Lenin ve Wilson. Önce Lenin, 21 Ocak 1924 günü Avrupa’nın doğusunda Avrupa ve dünyaya soldan bir barış, huzur ve mutluluk vaadinin önderi olarak, beyninin sol tarafını tutan bir felç nedeniyle. Muhtemelen kendinin ve hastalığının yapayalnız bilinciyle. Sonra da Wilson, Avrupa’nın batısında, 3 Şubat’ta, aynı Avrupa ve dünyanın Rusya ve Osmanlı toprakları dahil pek çok yerine (ama mesela Meksika’ya değil) sağdan adil bir barış ve kalıcı huzur vaadinin önderi olarak, beyninin sağ tarafını tutan bir felç nedeniyle. Ama muhtemelen kendi hastalığı dışında her şeyin (yanlış da olsa) farkında olarak…
Bir Marksist olarak, birbirinin çağdaşı bu iki önemli önderin fırtınalı yaşamlarının kısacık bir bölümünün kısa mı kısa özetini sunmaya çalıştığım bu yazıdan bakiye kimi soruları pek de zorlanmadan yanıtlamam mümkün. Mesela köhne Avrupa’da çoktan geçersizleşmiş olan kapitalist bir liberal demokrasi perspektifi liberal demokrat Wilson’un ABD’de pek çok ilerici politikayı 1913/17 arasında gerçekleştirmesini mümkün kılsa da (artan oranlı gelir vergisi, kadınlara oy hakkı, adil bir gelir bölüşümü için yasalar, anti tröst müdahaleler, yasama reformları… ama içki yasağı değil, zaten tarih kitapları bu uygulamada Wilson’un pek bir rolü olmadığı konusunda hemfikir) emperyalizm aşamasındaki Avrupa kapitalizmine aynı mayadan bir derman bulmak pek mümkün olamazdı zaten. Dahası galiplerinin bile büyük bir yıkıma uğradığı emperyalist Avrupa’nın bu genel depresyonu, ABD sermayesi için yeni bir emperyalist-kapitalist dünya liderliği imkanlarını sunmuşken uluslararasılaşan Amerikan sermayesi için 14 maddelik Wilson İlkeleri ne kadar peşinde koşulası ilkeler olabilirdi ki?
Gene de Versay Antlaşması’nın Wilson İlkelerine daha yakın bir formülasyonu, dahası bu antlaşmanın ABD Kongre’si tarafından kabul edilmesi, böylece ABD’nin Cemiyeti Akvam’a kurucu olarak girmesi ABD kapitalizminin tüm bir Avrupa’da dolayısıyla sömürgeler dahil Sovyetler Birliği dışındaki tüm dünyada 2. Dünya savaşından daha önce hegemonik güç olmasını (hiç değilse 1929 “krash”ına kadar) güvence altına almış olabilirdi.
Hülasa kapitalizmin emperyalist çağdaki genel nesnel eğilimleri karşısında tümüyle anakronik, “romantik” ilkelerden oluşmuyordu 14 İlke. ABD’nin en güçlü olduğu zamanda Versay’da önemli bölümü kabul ettirilebilseydi ve daha önemlisi Wilson kendi imzaladığı Versay Antlaşmasını Kongre’den geçirebilseydi, buna bağlı olarak ABD (kim bilir belki de böylece Sovyetler Birliği) Cemiyeti Akvam’ın kurucu üyesi (üyeleri) olsaydı…
Ya doğuda? Lenin hem kendi biyolojik tarihi hem de genel olarak tarih bakımından vakitsizce ölmeseydi? Bu konuda Marksizm içinde ve dışında yapılan spekülasyonların haddi hesabı olmasa gerek. Gene de şu rivayeti bertaraf etmeli: Büyükada yıllarında Troçki ile bir söyleşi yapma fırsatını ele geçiren Ömer Sami Coşar “Troçki İstanbul’da” adlı kitabında Troçki’ye “ya Lenin 1924 yılında ölmeseydi ne olurdu?” mealinde bir soru sorduğunu, Troçki’nin de “burada Lenin’le birlikte balık tutuyor olurduk” şeklinde bir nükteyle yanıt verdiğini aktarır. Troçki’nin nükte kapasitesi konusunda tanıklık yapamam tabii, ama Troçki’nin Lenin’in ölümünden sonra Leninizmi yeniden yorumlayarak (hatta naçizane bana göre kısmen “yeniden özümseyerek”) hareketinin temel düsturu haline getirmesini doğru kabul edersek, tarihi ve tanıklıklarını fazlaca hafifleştiren bir anekdottur bu.
Şunlar olmazdı herhalde: Lenin daha Brest-Litovsk’dan beri Sovyet Devrimi’nin kazanımlarını korumayı muhtemel bir Alman Devriminin önceliklerine göre pratik olarak daha hayati gördüğünden, ön görülemeyen sonuçları Rosa Luxemburg ve Liebknecht’in ölümüne, Spartakist ayaklanmanın ezilmesine mal olsa bile Troçki gibi masayı terk etmek yerine antlaşmayı imzalayan kişi olarak dünya devrimi programı çerçevesinde Troçki ile her konuda hemfikir olmazdı. Ama buna karşılık Sovyet devriminin kazanımlarını “Tek Ülkede Sosyalizm” türünden milliyetçi, enternasyonalizm karşıtı bir kuramın gerekçesi haline getirmez ve bu yolda bir politika izlemezdi…
Kısaca Wilson’un ani felci yüzünden son barutunu kullanamayan burjuva liberal demokratizm ile maceracı olmayan enternasyonalist Marksist demokrat bir dış politika tarihin kısa bir döneminde bile olsa geleceğe yönelik belki de İkinci Dünya Savaşı’yla sonuçlanmayabilecek bir yan yanalık süreci yaşayabilirdi.
Şu da sorulabilir: Ya SVA Wilson’un beyninin sol hemisferinde, Lenin’in sağ hemisferinde vuku bulsaydı (sağ ve sol hemisfer SVA’larının sonucundaki duygudurum ve davranış bozuklukları konusunda yukarıda yeterince bilgi vermeye çalıştım)?
Hep söylendiği gibi: Kim bilir?
Yararlanılan kaynaklar
Bullitt, William C., ve Freud, Sigmund: Thomas Woodrow Wilson: A Psychological Study. Boston, 1967
Freud, Sigmund: Sanat ve Sanatçılar Üzerine. YKY, 1995)
_ Haz İlkesinin Ötesinde. Ego ve İd. Metis yay.
-Métapsychologie, Gallimard, 1968
Uygarlığın Huzursuzluğu, Metis yay. 1999
Jones, Ernest: Freud Hayatı ve Eserleri, Kabalcı yay. 2004
Breger, Louis: Freud. YKY, 2002
Anzieu, Didier: Freu’un Otoanalizi ve Psikanalizin Keşfi. Metis, 2003
Michael S. Gazzaniga: The New Cognitive Neurosciences, 2. Cilt, MIT, 2000
William H. Calvin ve Georde A. Ojemann: Neil’in beyniyle Konuşmalar. Metis, 2009
M.- Marsel Mesulam: Davranışsal ve Kognitif Nörolojinin İlkeleri. Yelkovan yay. 2004
Karakaş, S. (ed.): Kognitif Nörobilimler, MN Medikal ve Nobel yay. Tarih belirtilmemiş
Damasio, Antonio R. : Descartes’in Yanılgısı. Varlık yay. 1999
Solms, Mark ve Turnbull, Oliver: Beyin ve İç Dünya. Metis yay. 2013
Tura, Saffet Murat: Histerik Bilinç. Metis yay. 2007
Ramachandran V. S. Ve Blakeslle, Sandra: Beyindeki Hayaletler. BÜ yay. 2011
Ramachandran, V.S.: Öykücü Beyin. Alfa yay. 2015
Lenin,V.I.: Oeuvres, Editions Sociales, 1976. 42. Cilt
Deutscher, Isaac: Troçki. Ağaoğlu yay. 1974. 2. Cilt
Lewin, Mose: Lenin’in Son Mücadelesi. Yücel yay. Tarih belirtilmemiş.
Cliff, Tony: Lenin. Z yay. 1994. 3. Cilt