GÜLFER AKKAYA yazdı: “Ali Kızıltuğ diğer halk ozanlarına göre sanırım en politik olandı. Ve sosyalist kadroların ulaşamadığı köylüleri politik türküleri ile bu ozanlar yetiştiriyordu. Normal şartlarda Ankara’yı ve meclisi rüyasında bile görmeyen bizimkiler, Ali Kızıltuğ gibi ozanlar sayesinde sözlerini esirgemiyor, öfkesini kusabiliyordu.”
GÜLFER AKKAYA
Sakızdan beyaz, üzerinde Şahmaran, horoz ya da allı, morlu kır çiçekli motiflerin olduğu kanaviçe işlemelerin örttüğü bol dolaplı misafir odasında “L” şeklindeki el yapımı halıların serildiği makatın üzerine yan yana dizilerek oturan kadınlı erkekli köylü kalabalık, ortaya çekilmiş masanın üzerinde duran, son ses açık metal renkli radyolu teypten yükselen türküyü dinleyip abartılı kahkahalar patlatırdı.
Henüz kentle yeterince ilişkilenmemiş, İstanbul ya da Adana gibi büyük kentleri ancak çalışmak için gidip görebilmiş “şanslı” üç-beş kişinin olduğu dağ başı köyümüzde teybin başına toplaşanlar “büyük adam” olmuş hemşerilerini dinlemekteler. Bu büyük adam kasetler çıkaran halk ozanı Ali Kızıltuğ’dur.
Babam, müzik aşığı denir ya, o kişilerdendi. Berbat bir sesi vardı, yine de hiç susmadan türkü söylerdi. Ama nasıl söylemek. Bizi etrafına toplar konser verir gibi söylerdi. Bir de çobanlıktan edindiği marifeti vardı; kaval çalmak. Hepi topu üç türküden fazla değildi çalabildiği, her seferinde yeni bir beste çalıyormuş havalarına girerek mühim sanatçı pozlarına girerdi.
Şu fani dünyada sayılı günler toplamı olan kısacık ömrümüzde milyon kere Hayber Kalesi’ni anlatmıştır ve her yeni anlatma girişiminde sanki ilk kez anlatacakmış gibi “Hele bir gelin, size Hayber Kalesi anlatacağım” diyerek çocuk ve torunlarını etrafına toplardı. Aramızda fırsat kollayıp kaçan şanslılar olursa uyarırdı.
Babam 1970’lerin başında Almanya’ya giden işçilerdendi. Almanya’dan her gelişinde elinde köylülerin ilgisini çekecek bir şeyle dönerdi. Biz Noel Baba’yı taa 70’li yılların başından beri biliriz. Biliriz ama biraz kendimizce biliriz. Kürt Alevi köyüne gelen Noel Baba bir nevi Hızır olarak don değiştirmiştir. Ya da “Dede” dermiş bizimkiler. Noel Baba’yı yurdundan kapıp getiren babam onun adını ve misyonunu bilmeyince ad vermek bizimkilere düşecekti.
Almancının evi olan evimize metal renkli radyolu teyp de yine babam sayesinde girmiş. Girmiş diyorum çünkü bunlar olurken ben yok sayılacak kadar küçüğüm. Aklımın yetmeye başladığı zamanlardan anımsadığım, köydeki iki katlı evimizin ikinci katındaki misafir odasında köylülerin toplaşıp Ali Kızıltuğ dinlerken türkünün politik göndermeleri üzerine konuşup gülmeleriydi.
70’li yıllar ülkede sosyalist hareketin olabildiğince kitleselleştiği, sosyalizmin tıpkı zamanın Rusya’sı gibi köylere dek indiği, köylülerin devrim olunca köyü nasıl yönetecekleri ile meşgul oldukları yıllardır. İşte bu yıllarda her köye örgütlerin yetkin kadroları ulaşamadıysa da halk ozanları her an oradaydı. Kah düğün dernekler için davet edilerek, kah radyolu teybin içinde dönen kasetlerle.
Babam ozanlar arasında en çok AliKızıltuğ’u dinlerdi. Feyzullah Çınar’ı daçok severdi. Ama tartışmasız ilk sırada Ali Kızıltuğ vardı. Bir de ebette Muhlis Akarsu. Muhlis Akarsu ve Ali Kızıltuğ bizim oralıydılar (Sivaslı).
Ali Kızıltuğ diğer halk ozanlarına göre sanırım en politik olandı. Ve sosyalist kadroların ulaşamadığı köylüleri politik türküleri ile bu ozanlar yetiştiriyordu. Köylüler ozanları dinlerken bir yandan öfkeleri yükseliyor, haksızlığa karşı bileniyorlardı, diğer yandan içlerinin yağı eriyordu hemşerilerinin Ankara’daki yüce kişilere laf sokmasına. Normal şartlarda Ankara’yı ve meclisi rüyasında bile görmeyen bizimkiler, Ali Kızıltuğ gibi ozanlar sayesinde sözlerini esirgemiyor, kaşlarını çatıyor, öfkesini kusabiliyordu.
Yolu dahi olmayan köylerinden Ankara’ya kendileri gidemese, sesleri gidiyordu.
Hele ozanlar ceza alıp hapse yatırıldıklarında yürekleri pare pare oluyor, öfkeleri daha da artıyordu.
Almanya’da işçi olan babamın türküleri sadece Ankara’ya, onun yüksek politikalarına karşı yakılanlar değildi. O, bu politikaların kendi hayatına yansımasını da fark ediyordu. Yoksulluktu bu. Şahsi anlarda yaşadığı bu çaresizliğe hüzün eşlik ediyordu. Muhlis Akarsu’nun “Gurbeti ben mi yarattım?” türküsünü dinlerken bir kağıt gibibüzüşüp ağlamasına hayret ederdim. Çocuktum. Gurbeti de, açlığı da, yoksulluğu da bilmiyordum. Bildiğim, babamın teybinin başına oturup kocaman bir mendille gözlerini silerken burnunu çeke çeke ağlamasıydı türküyü dinlerken. İlginç bir şekilde utanmıyordu ağlamaktan.
Hiçbir zaman Almanya’ya gitmek istemedi ama mecburdu. 25 yıl gitti. Muhlis Akarsu babamın duygularına tercüman olan “Gurbeti ben mi yarattım?” sorusunu naifçe sorarken, gurbeti yaratan Ankaralı kodaman beylere tokadı Ali Kızıltuğ “Ha babam-Sekiz Öküz” adlı türkü ile atıyordu. Mahsuni Şerif yemeye, çalmaya, halkı soymaya doymayanlara, gurbette çalışanların marklarına göz koyanlara “Yuh yuh” diye sesleniyordu.
Devrimden önce gelen darbe ile ülke karartılırken 80’li yıllarda tüm yasaklamalara rağmen evimizde babamın radyolu teybi hiç susmadı. Piyasada en çok Alevi türküleri vardı. Muhabbet adıyla seri halde çıkıyordu kasetler. Baskılara karşı zorda kalsa da susturulamadı türküler.
Köylüler ve babam bu kasetlerin hepsini aldı, saz çalabilenler türküleri hızla öğrenip, köy evlerinde toplaşanlara saz çalıp söyledi.
Babamın ev halkına zulmü olan flütlü türkü şölenleri de hiç bitmedi. Yanaklarını dolduran nefesi flüte doğru üflerken kızaran yüzüne bakıp gülerdik.
Kızıltuğ’un türküsünü dinlerken“Sekiz öküzden biri Menderes” diyerek kahkaha atar, devam eden sözleri takiben“Aha bu da Demirel” der, sesi kısılıp, yüzü pancara dönene dek gülerdi.
İnsanların çoğu müziği dinler, geçer. Çok az kısmı o türkülerde, şarkılarda yaşardı. Babam onlardandı.
Metal renkli radyolu teyp babam nereye gitse onunla oraya giderdi. Bahçeye, çayıra, tarlaya, harmana, misafir odasına…
Milyonlarca insan için onların sadece türkü olmadığını, eğitim kitapları olduğunu, halk ozanlarının da sadece ozan değil eğitmen olduğunu biraz daha büyüyünce fark edecektim.
Bugün (dün) Ali Kızıltuğ’un öldüğünü duyunca aklıma ilk babam geldi. Bahçede çalışırken ağaca astığı metal renkli radyolu teybini, Kızıltuğ’u dilerken aldığı hazzı anımsadım.
Babam on yıldır o bahçede yatıyor. Hemşehrisi, öğretmeni, duygularının ve fikrinin seslendiricisi Ali Kızlıltuğ yarından (bugün) itibaren aynı topraklarda yatacak. Bu kadar yakındılar birbirlerine.
Gök sanki hiç bir şey olmamış gibi yine hepimizin üzerini kaplarken türküler ve deyişler çalacak.Ben bileceğim ki onlar babamın, yani bizlerin türküleri olmaya devam edecek.