GÜLFER AKKAYA yazdı: “1990’lı yılların ortalarından itibaren sağcılaştırılan, siyasal İslam’a bulanan, iyice cinsiyetçileştirilen ülke ve kavgamızın şehri İstanbul’a yeniden bahar geliyor. İstanbul “Ya me ye” yani “Bizim”, hepimizin. Zaman umudu büyütme zamanı. Çoğalmak, büyümek için çalışma zamanı.”
GÜLFER AKKAYA
Türkiye her zaman sağın kuvvetli olduğu bir ülke oldu. Bazı bölgelerde ise aşırı sağ hep ve çok kuvvetli oldu.
Hayatımın ilk yılları böyle yerlerde geçti. Hep solun, demokratların ve hatta CHP'nin bile güçlü olmadığı, en yobaz dincilerin ve en faşistlerin olduğu yerlerde yaşadım.
Sivas, Kangal'lıyım. Sivas en yobazından dincilerin ve faşistlerin olduğu şehir. Madımak katliamının orada olması tesadüf değil. Bu başka bir yazıya konu olsun. Kangal ise Sivas'tan bile çok dinci yobazların ve faşistlerin olduğu yer. BBP'nin kalelerinden. Bu seçimlerde %48 BBP, %35 AKP, %12 MHP, %2 CHP, %0,39 Saadet Partisi oy almış. Kürt Alevi biri için bu ne demek, varın siz düşünün.
İstanbul'a taşındığımızda yıl 1987 idi. Çok gençtim ve bu yıllarda feminizmle tanıştım, aynı anda 1988-89 Bahar eylemlilikleri ışığı doğdu. Her tarafta 12 Eylül sonrası sosyalist kurumlar domur domur açılıyordu. Okul müdürümüz bir konuşmasında "Bizim buraya kadar geldiler" demişti etekleri tutuşmuş vaziyette. Okulumuz, yıkılıp yerine Adliye yapılan 50. Yıl Çağlayan Lisesi idi. Müdürün o korkusu nasıl da sevindirmişti içten içe beni. Hayatımda ilk kez fikrimle uyan bir şehirde yaşıyordum. Bu yılları asla unutmayacaktım.
Bahar eylemliklerinden ne mi kaldı geriye? İşçi sınıfının tartışmasız gücü ve 1 Mayıs'ın geç de olsa yasallaşması. İstanbul’da katıldığım 1989-1990-1991’li yıllarda 1 Mayıs yasal değildi. 1992 yılında yasal oldu.
1989 yılından itibaren SHP belediyeleri almıştı. Sloganları “Sandıkta güller açacak” idi. Açtı da. 12 Eylül'ün ardından bunlar hep ilklermiş, tabii ben nerden bileceğim, ben de ilk gençlik yıllarımdayım. Kâinat benim, her şey benle başlıyor. Dünya benim etrafımda dönüyor. Amerika bile daha keşfedilmemiş! Henüz annemle kavgalarımız başlamamış.
12 Eylül sonrası ilk miting 1987 yılının mayıs ayında yapılan kadınların "Dayağa Karşı Mitingi"dir. Bu mitingde feminist ve solcu kadınlar, dünyayı kurtarmaya hevesli solcu erkekleri arka sıralara atmış, aileyi hedefe koymuş şekilde önde yürüyorlar. “Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz” diyorlar. O yıllarda hala Sivas'tayım. İstanbul'da olsam kesin o mitingde olurdum. Çünkü İstanbul'a gelir gelmez hemen kurumları bulduk, eylem, miting ne varsa koşa koşa katılıyorduk. “Kadının Adı Yok” kitabını okumuş, feministleri duymuştuk. Henüz buluşamamıştık. Ama hep takipteydim. Başımda gençlik rüzgârı, ülkede 12 Eylül’den sonra yeniden canlanma rüzgârı vardı. Sovyetler Birliği gitmiş, katıldığımız panellerde perestroyka, glastnost konuşuluyor. Gözler bize dönünce başımızı çeviriyoruz. Biz parmak kadar gençleriz. Sivas’ta bunlar yoktu diyemiyoruz. Ama utanıyoruz sormaya da. Bunlar ne demek diye. Google yok daha. Gazeteler, bildiriler hala taş tabletlere basılıyor, Sümer alfabesinden Türkçe alfabeye yeni geçilmiş. Öyle uzak bir zamandan bahsediyorum. Öğrenene dek canımız çıkıyor. Aman zaten iyi şeyler değilmiş diyoruz.
Ülkede sol, sosyalizm derken feministler gibi yeni yeni siyasi hareketler oluşuyordu… O nasıl yoğun, dolu dolu bir atmosferdi öyle. Onu oku, bunu oku. Dilimizin bile dönmediği kelimeleri çalış, anlamlarını öğren. Bacağından kalın ekonomi sözlükleri al, kitap okurken durmadan sözlüğe bak. Oraya git, buraya katıl. Sokaklar cıvıl cıvıl. Tutabilene aşk olsun. Nihayet evde annemle savaş başladı. Annem ne çok çekti benden. Canım benim. Zaten devrimciydi, sonunda feminist de oldu. Tüm çabalarıma rağmen erkeklere düşman olmadı J
1988 sonbaharında Çağlayan'da bir miting oldu. Sanırım memurların yürüyüşüydü. Az değildi yürüyenler ama polis çevrelediği için girememiştik. Bir de iki çok genç kadındık, açıkçası gözümüz de kesmemişti. 1987 Haziran sonunda gelmiştik İstanbul'a. Şehre hemen adapte olunmuyor. Miting de kimin, neyin mitingi anlamamıştım. Gerçi solcu olduklarını bilmek yetiyordu bize.
1990 yılına geldiğimizde kadınların artık Mor Çatısı vardı. SHP belediyeleri almıştı. Sol/sosyalistler toparlanıyordu. Sokaklar 2-3 yıldır yeniden doluyor, hayat yeniden canlanıyordu. Sivas’tan sonra hele hele bu yıllarda İstanbul’da olmak hem şans hem de harika bir şeydi.
Öyle başkaları gibi devletle anlaşıp belediyelere çullanıp şehri sömürerek kurulan erkek egemen bir aşk değildi bizimkisi. Sokaklara, kaldırımlara, mahallelere, lise ve üniversitelere özgürlüğü tırnaklarımızla yazdığımız, evlerin içinden tüm baskı ve şiddete rağmen çıkmayı başarıp yaşamın her alanına bayrak açtığımız, emeğimizin olduğu gibi şehrin de sömürülmesine karşı durduğumuz solcu, feminist, eşkıyaca bir aşktı bizimkisi. Babaevinde her türlü mücadeleden uzak, ana kuzusu olarak büyütülmüş hergelelerle aynı tutulamayacak denli dirençli ve isyankâr bir aştı bizimkisi.
AKP’nin Taksim Gezi Parkı'na dozerle müdahale etmeye çalıştığı noktaya yakın yerde -ki metronun şimdiki Talimhane girişi olması lazım- zamanın İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen iş aracı üzerinde poz vererek ilk metro çalışmasını başlatıyordu.
Sonrası SHP hatası ile belediyelerinin kaybı sürecine döndü. SHP belediyelerinde hakkını almak için işçiler grev yapıyor, yolsuzluklar (şimdiki yolsuzlukların eline su dökemez) yaşanıyordu.
Sonra Bedreddin Dalan DYP’den İstanbul Belediye Başkanı seçildi. Ardından 1994 yılında Refah Partisi ile siyasal İslam geldi İstanbul'a. Sonra 28 Şubat darbesi. Sonra yine siyasal İslam geldi tüm Türkiye'ye. Tuzu bile kokuttular.
Ülke her geçen gün dincileştirilip siyasal İslam'ın soygununa hazırlanıyorken bizler bunu hep dillendirdik, buna karşı hep mücadele ettik. Sosyalist, feminist, demokratik, çoğulcu platform, parti ve kurumlarda.
1990'lı yıllarda çok önemli bir siyasal özne olarak Kürtler de ülkenin birçok yerinde vardı, partileşmeye başlamış, belediyeler alıyor, Meclis'e giriyor, Kürtler ve Kürtçe vardır demek için insanüstü çaba ve ödenen bedellerle tarihe kendilerini kazıya kazıya yazıyorlardı.
Aynı mahallelerde, birbirine yakın partilerde birlikte ne çok seçim çalışması yapıyorduk, Newroz’lar kutluyorduk. 2000'li yıllara geldiğimizde artık ortak milletvekili adayları belirliyor, ortak platform ve partileri kuruyor, birlikte mücadele ile seçim barajı falan demeyip engelleri yıka yıka Meclis'e giriyorduk.
Hem değişiyorduk hem değiştiriyorduk. Bu birliktelik Kürtleri, sosyalistleri, demokratik güçleri ve feministleri marjinalleştirmeye çalışanlara karşı ülkeye devrimci siyasetin bin bir çeşit çiçekleri gibi umut ve koku yayıyordu.
Kürt hareketi, Türkiye sosyalist solu, feminist hareketin önemli bir kısmı, demokrasi mücadelesi verenlerin yine önemli bir kısmı yirmi yılı aşkın süredir bu ortak deneyimden öğrenerek, büyüyerek yol aldı.
Gezi zamanında yaşanan hatalara rağmen aynı ortaklık “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz” şiarıyla hayat buldu. İstanbul’dan Hakkari’ye.
Devrimci siyaset tüm bu deneyimlerin öğrettikleri ile 2019 yerel seçimlerine gitti. Ve tüm bu deneyimlerin kümesi olan HDP heybesinde biriktirdikleri ile “Güçlü olduğu yerlerde kazanmak, Batı’da güçlü olan adayı desteklemek” stratejisini üretti. Ve bu seçimlerin asıl galibi bu strateji oldu.
Bu strateji CHP’yi desteklemek değil, AKP’yi geriletmek üzerine kurulu, faşizmin kurumsallaşmasına karşı antifaşist bir mücadele idi. Doğruydu. Kazandı.
Devlet partisi CHP hala HDP’ye karşı açık değil ve bildiğimiz gibi davranmaya devam etmekte. Her şey daha çok sıcak. Ama soğuduğunda da aynı stratejiyi devam ettirirse kaybeden HDP olmaz, CHP olur.
CHP yerellerdeki galibiyet sonrasında yine 1990’lı yıllarda olduğu gibi ulusalcı ve Kemalist zeminde davranırsa, devlet onu iktidar yapsa bile iktidarda kalabilmeyi ancak rüyasında görür. Özellikle 1990’lı yılların ortalarından itibaren görüyoruz ki iktidarın ömrünü ölçen güç Kürtler. İktidara geleni de, gideni de Kürtler belirliyor. Kendisine bile faydası olmayan İyi Parti ya da diğerleri değil.
Ayrıca tüm bu süreç içinde ülkede çok büyük değişimler yaşandı ve yaşanmaya devam edecek. Bu değişimlerden en önemlisi CHP ve HDP’ye oy veren kesimler arasında yaşandı. Bu iki kesimden milyonlarca insan ülkenin ihtiyaçlarını görebiliyor, birbirinin samimiyetine inanıyor, birbirine kulak veriyor, birbiriyle adı konmamış ortak bir davranışı sergileyebiliyor.
Böylece toplumda genel olarak olumlu, güzel bir oluş yaşanıyor. Bu değişimler, bu oluşlar çok kıymetli ve toplum sorunlarla ilgili yer yer siyasi partilerden daha aklı başında kararlar alabiliyor.
HDP’nin Meclis’te olmasının, CHP’nin yerel seçimlerde başarılı çıkmasının ardında işte bu toplumsal duyarlılık ve ortaklık var. Bu dönem bu “doğal demokrasi platformunun” daha güçlenmesi önemli.
Ve tabii ülkede yükselen feminist/kadın hareketini de es geçemeyiz. 25 Kasım, 8 Mart ve genel olarak kadınların isyanının, örgütlülüğünün sandıklara yansımasını erkek partiler (HDP hariç, kadınlar yine HDP’den seçildi) inkâr edemez. Ama kadınların kendilerini seçmenleştiren bu erkek partilere hesap sormayacağını da kimse aklından geçirmesin.
Sonuç olarak 1990’lı yılların ortalarından itibaren sağcılaştırılan, siyasal İslam’a bulanan, iyice cinsiyetçileştirilen ülke ve kavgamızın şehri İstanbul’a yeniden bahar geliyor.
İlk gençliğim gideli çok oluyor. Ama ömrümün en güzel zamanı hala bende. İstanbul “Ya me ye” yani “Bizim”, hepimizin.
Zaman umudu büyütme zamanı. Çoğalmak, büyümek için çalışma zamanı.