Mehmet UĞUR yazdı – Ekonomik ve kurumsal kötüleşmenin maliyetini ödeyen/ödeyecek olan toplumun çoğunluğu için bir yaşam krizi zaten söz konusudur. Bu krizin büyük sermayeyi de etkileyen kriz haline gelmesi, büyük ölçüde AKP rejiminin meşruiyetini sorgulayacak kitlesel muhalefete bağlıdır.
Bir önceki yazıda, devletin savaş, pandemi, ekolojik kriz, ekonomik kriz vb. felaketlerin büyük şirket gücü ve karı üzerindeki olumsuz etkilerini vatandaşların vergileriyle sigorta ettiği bir birikim modeli olarak felaket kapitalizmini ele almıştım. Bu modelin sonuçlarından birisi, hukukun üstünlüğü, demokratik hesap verebilirlik, yolsuzluk kontrolü gibi normların ekonomik büyüme için daha az gerekli olması veya işlevsizleşmesidir. Diğer bir sonuç, seçim demokrasisinin demokrasi düşmanlarını iktidara taşıyan ve onlardan demokratik hesap sormayı zorlaştıran bir dejenerasyon sürecine girmesidir.
Bu yazıda, felaket kapitalizminin Türkiye’deki özgüllüğüne ve bu özgüllüğün ihmal edilmesinin kriz tahmin ve yorumlarını nasıl kısırlaştırabileceğine değineceğim. Amacım, otoriter AKP rejiminin neden olduğu ekonomik ve kurumsal tahribatın resmini çekmek, uluslarası sermayenin bu tahribatın yarattığı risklere karşın rejime verdiği desteği açıklamak, ve sosyal/siyasal muhalefetin ekonomik kriz analizi için ek bir öneride bulunmaktır.
Türkiye’deki felaket kapitalizminin özgüllüğü
AKP iktidarı Türkiye ekonomisinin küresel piyasalarla bütünleşmesini hızlandıracak bir ekonomi politikası çerçevesinin üstüne kuruldu. Bu çerçeve, 1999-2001 krizlerinden çıkış için IMF ve Dünya Bankası’nın şampiyonluğunu yaptığı ve Washington Konsensüsü olarak bilinen uluslararası çerçevenin Türkiye versiyonuydu. Bu çerçevenin üç politika seti onemliydi: (i) özel yatırımların maliyetinin düşürülmesi ve piyasa ilişkilerine henüz açılmamış alanlara sermaye nüfuzunun teşvik edilmesi; (ii) devletin kamu yararı işlevinin sınırlandırılması ve para/maliye politikalarının enflasyon hedefine odaklanması; ve (iii) devletin müdahalesinin piyasa ekonomisinin yol açacağı eşitsizlik ve yoksulluğun hafifletilmesiyle sınırlı tutulması.
Bu çerçeve Rusya, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Hindistan’da benimsenmiş, piyasa ilişkilerinin bir tür orman yangını gibi genişlemesine yardım etmiştir. Bu süreçte, yangını başlatanın rantı, yaşam alanı tahrip edilenin kaybı büyük oldu. Devletin yeniden dağıtım politikaları ortaya çıkan eşitsizlik ve yoksulluk sonuçlarını düzeltemedi; tam tersine siyasi elitlerle yükünü tutan sermaye elitleri arasında yeni bir ittifak ortaya çıktı.
AKP rejimi bu piyasa açma/derinleştirme dalgasının üstüne oturdu. Piyasa ilişkilerinin sağlık, turizm, silah üretimi, medya, inşaat vb. faaliyet alanlarında yaygınlaşması ve derinleşmesiyle meydana gelen rantlara kimin erişeceğini belirleyen merkezi bir denetim sistemi oluşturdu. Türk-İslam sentezini benimsemeyi ve bu temelde siyasi rejime aktif ve militan destek vermeyi rantlara erişim için bir giriş bileti olarak tesis etti. İlk aşamada bu rant sisteminin zararlı sonuçları olabileceğini belirten eski sermaye grupları zaman içinde ‘uyum adımları’ attı. Bazıları sessiz kaldı, bazıları TÜSİAD içinde rejimin sesi-kulağı oldu, bazıları da şirketlerini rejim taraftarlarına satarak karşılaştıkları ekonomik ve politik riskleri azaltma yoluna gitti.
2007-2009 krizinden sonra konsolide olan bu destek-rant sistemi, gelişmiş kapitalist ülkelerde gözlemlenen felaket kapitalizmiyle benzerlik göstermektedir. Benzerlik, hükümetin ‘önemli’ gördüğü şirketlerin devlet desteğini arkasında hissetmesinden, ekonomik kriz veya savaş halinde karşılaşabilecekleri risklerin devlet tarafından sigorta edileceğini varsaymalarından kaynaklanıyor. Ama hükümetin ranta erişim için giriş bileti verdiği şirket ve endüstri sayısının fazla kabarık olması nedeniyle, Türkiye’deki felaket kapitalizmi iki önemli farklılık içeriyor: (i) sistem daha çok keyfilik gerektiriyor ve daha hızlı bir kurumsal tahribata yol açıyor; (ii) sistem hem daha çok eşitisiz hem de daha az etkindir. Bunun göstergelerine bakalım.
Türkiye’de kurumsal çürüme ve ekonomik performans göstergeleri
AKP rejiminin kurduğu biat-rant sisteminde keyfilik ve kurumsal çürüme yüksek olmak zorundadır. Keyfilik yüksektir çünkü rant talebinin rant arzından yüksek olması veya rant-biat denkleminin biat tarafında ‘arıza’ olması halinde, rant sisteminden kimin dışlanacağına dair kararların engelsiz alınması gerekiyor. Bu durumda kurumsal çürüme kaçınılmazdır çünkü kurumsal kalite keyfilik önünde bir engeldir. Bu nedenlerle, benzer bir gelişme düzeyine sahip ülkeler arasında kurumsal kalitenin en çok gerilediği ülke Türkiye’dir. Bu gerileme, Türkiye’ye özgü felaket kapitalizminin bir biat-rant sistemi olarak konsolide edildiği 2008-2010 yıllarından sonra hızlanmıştır. Gothenburg Üniversitesi Yönetim Kalitesi Veriseti (Quality of Governance Dataset) verilerinden derlenen bazı göstergeler aşağıdadır.
Şekil 1: Turkiye’de yönetim kalitesi
Şekil 2: Türkiye’de hukukun üstünlüğü
Şekil 3: Türkiye’de demokrasi
Şekil 4: Türkiye’de fikir ve ifade özgürlüğü
Kaynak: https://qog.pol.gu.se/data/datadownloads/qogoecddata
Görülebileceği gibi, 2008-2010 arasındaki dönemden sonra tüm göstergelerde hızlı bir gerileme vardır. Son 8-10 yıllık dönemdeki gerileme yönetim kalitesinde %21; hukukun üstünlüğünde %75; demokrasi düzeyinde %63; ve fikir ve ifade özgürlüğünde %63’tür. Bu göstergeler her yıl sayıları 3 ile 10 arasında değişen uluslararası ankete dayanmakta; bu anketlere yanıt verenlerin çoğunluğu da AKP rejimi gibi otoriteryen rejimlerle derdi olmayan uluslararası yatırımcılardan oluşmaktadır.
Türkiye’deki biat-rant sisteminin ekonomik sonuçları da olumsuzdur. Aşağıdaki göstergelerin kaynağı Türkiye hükümetinin IMF, Dünya Bankası, Birlesmiş Milletler gibi kurumlara sağladığı verilerdir. Şekil 1, 3 ve 4 ABD Merkez Bankası Araştırma Departmanı Versieti’ndenDünya’da Eşitsizlik Veriseti’nden alınmıştır. Şekil 1, toplam faktör verimliliğinin düşme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Şekil 3 ise, işsizliğin sürekli olarak arttığını gösteriyor. Şekil 1 ve 3’ü karşılaştırdığımızda, üretkenlikteki düşüşlerin işsizlik artışıyla birlikte gerçekleştiğini görüyoruz.
Üretkenlik düşüşü uzun erimdeki ekonomik büyüme için kötü bir haber olmakla birlikte, bunun artan işsizliğe rağmen gerçekleşmesi sistemin bir tıkanmaya doğru gittiğini de gösteriyor. AKP rejiminin biat-rant sisteminin lehdarı olan şirketler işçi atıyor, ama istihdamda kalan işçileri daha üretken yapamıyor! Diğer bir deyişle, işçiler kendileri için giderek adaletsiz olan bir sisteme daha çok yabancılaşmakta, artan işsizlik tehdidine rağmen daha fazla çaba harcamamaktadır. Buradan çıkan sonucu şu sekilde özetleyebiliriz: AKP rejimi ve sermaye işçileri işisizlikle tehdit edebilir, sendikalarını satın alabilir veya satın alamadıklarını kriminalize edebilir; ama işçilerin kolayca tespit edilemeyecek yöntemlerle emeklerini geri çekmesini engelleyemez.
Şekil 1: Toplam faktör üretkenliği
Şekil 2: En zengin %1’in toplam servet içindeki payı
Şekil 3: Kayıtlı işsiz sayısı
Şekil 4: Bankaların sermaye yeterliliği
Kaynaklar: https://fred.stlouisfed.org/https://wid.world/data/
Şekil 2, biat-rant sisteminin yüksek düzeyde eşitsizlik ürettiğini ve eşitsizliğin 2008-2010 döneminden sonra hızla arttığını gösteriyor. 2016 yılında, en zengin %1 toplam servetin %23.4’üne sahip ve bu kesimin zenginlik içindeki payı 2008’e göre %33.3; 2010’a göre de %20 artmıştır. AKP rejiminin içeride baskıcı dışarıda da maceracı karakterinin bu dönemde arttığını hatırlarsak, felaket kapitalizminin kime yaradığını açıkça görebiliriz. Son olarak, Şekil 4 biat-rant sisteminin finansmanında kullanılan bankacılık sisteminin sermaye yeterlilik oranının düştüğünü, dolayısıyla bankacılık riskinin arttığını göstermektedir.
Kredi derecelendirme kurumlarının otoriteryenizm aşkı
Yukarıda görülen kurumsal kalite ve ekonomik performans gerilemesine karşın, kredi derecelendirme piyasasının en büyük üç şirketinin Türkiye notları 2008’den 2014 ortasına kadar artış göstermiştir. 2014 ortasından sonraki not düşüşleri de, geç olduğu için, uluslararası sermayenin Türkiye değerlendirmesini pek etkilememiştir.
Türkiye Kredi Notu: Standard & Pors
Türkiye Kredi Notu: Mody’s
Türkiye Kredi Notu: Fitch
Kaynak: http://www.worldgovernmentbonds.com/credit-rating/turkey/
Kredi derecelendirme şirketlerinin otoriteryen/muhafazakar rejim tarafgirliği Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Türkiye’nin de dahil olduğu 23 OECD ülkesindeki durumu inceleyen Barta ve Johnston (2018), aynı derecelendirme şirketlerinin iktidarda olan veya yeni seçim kazanan sol tandanslı hükkümetlerin notlarını muhafazakar/otoriter rejimlere göre daha agresif bir şekilde düşürdüğünü rapor etmektedir. Muhafazakar tarafgirlikle ilgili benzer bulgu ve gözlemler başka çalışmalarda da görülmektedir (Mutize, 2019; Hassan, Kapadia, Siddique, 2013).
Sonuç yerine: Türkiye’de ekonomik kriz riski ve muhalefet
Gerek ‘iş dünyası’na gerekse genel okuyucuya hitap eden birçok analist/iktisatçı Türkiye’deki ekonomik gidişatı yakından izliyor ve izlenimlerini paylaşıyor. Aralarında farklılılıklar olmakla birlikte, varolan yorumların çoğunun felaket kapitalizmiyle ilişkili üç etmeni göz ardı ettiğini düşünüyorum.
Birincisi, kredi notu değişikliğinin otoriter rejim üzerindeki etkisi asimetriktir. Diğer bir deyişle, kredi notunda belirli bir düşüşün otoriter rejimlerin ekonomik ve politik kredibilitesi üzerindeki olumsuz etkisi aynı orandaki bir not artışının olumlu etkisinden daha fazladır. Bu yüzden, kredi derecelendirme şirketleri otoriter rejimlerin kredi notunu düşürmede daha ‘dikkatli’dir ve not düşürme kararlarını genellikle çok geç verirler. İkincisi, uluslararası sermaye bu teamülün farkındadır ve otoriter rejimlerdeki yatırımlarının risk ve getiri profilini ona göre seçer. Üçüncüsü, bu üç aktörlü oyunun iki aktörü (kredi derecelendirme şirketleri ve uluslararası sermaye) üçüncü aktörle (yani otoriter rejimle) ilgili olarak, olması beklendiği için gerçekleşen yanlış bir kanı (self-fulfilling fallacy) yayar. Bu kanı otoriter rejimin krize girmesini geciktirir, ama kriz ortaya çıktığında krizin toplumsal maliyetini artırır.
Bu etmenleri dikkate aldığımda, yukarıda özetlenen ekonomik performans ve kurumsal kalite gerilemesine rağmen, uluslarası sermayenin, kredi derecelendirme şirketlerinin ve Türkiye’deki sermayenin otoriteryen rejim atına oynamaya devam edeceğini tahmin ediyorum.
Doğrudur, makro dengelerdeki kötüleşme, bankacılık sistemindeki riskler, döviz kurunun yükselmesi, işsizlik ve eşitsizlik, üretkenliğin düşmesi kriz riskini artırmaktadır. Ama bunlara rağmen yerli ve uluslararası sermayenin rejim desteğinin devam edeceğini tahmin ediyorum. Dolayısıyla, koşulları en az iki yıldır zaten mevcut olan ve toplumsal maliyeti artan ekonomik kötüleşmenin kısa vadede (6 ay – 1 yıllık zaman aralığında) yerli ve uluslarası sermayeyi de etkileyen bir krize dönüşmesini beklemiyorum.
Bunun yerine, yerli ve uluslararası sermayenin rejimin politik olarak ayakta kalma kapasitesini daha yakından izlediği, kısmi/yüzeysel ekonomi politika açıklamalarını bile ‘iyi haber’ olarak okuduğu bir dönem öngörüyorum. Bu dönemde, yerli ve uluslararası sermaye Türkiye ekonomisinin ülke/para/banka risklerinin etkisini dikkate alan kararlar alacak, yatırım stratejilerini ona göre yeniden gözden geçirecek, ama AKP rejimiyle ilgili yanlış kanı (fallacy) satmaya devam edecektir.
Bu arada, döviz kuru dalgalansa da artmaya devam edecek, halkın satın alma gücü düşecek, döviz mevduatı olmayanlar olanlara göre daha çok zarar görecek, gelir ve kazanç eşitsizlikleri artacaktır. Döviz kurunun artması fiyatlara yansıyacak ve ihracatta kalıcı bir rekabet edebilirlik kazancı olmayacaktır. Dolayısıyla genel yoksullaşma artan işsizlikle birlikte yaşanacaktır. Bu şekilde kısılan iç talepten sağlanan tasarruflar da uluslararası sermayenin karlarını ödemede, AKP rejimine destek veren yerli sermayenin risklerini sigorta etmede kullanılacaktır. Bu ‘yeniden yapılandırma’ Türkiye’deki felaket kapitalizminin konsolide edilmesini amaçlamaktadır.
Özetle: Ekonomik ve kurumsal kötüleşmenin maliyetini ödeyen/ödeyecek olan toplumun çoğunluğu için bir yaşam krizi zaten sözkonusudur. Bu krizin büyük sermayeyi de etkileyen kriz haline gelmesi, büyük ölçüde AKP rejiminin meşruiyetini sorgulayacak kitlesel muhalefete bağlıdır. Bu muhalefetin mobilize olması için gerekli bir koşul olarak, ekonomik kötüleşme koşulları mevcuttur. Yeterli koşul, devlet şiddeti ve Sünni-Türk sentezine dayalı ideolojik hegemonya nedeniyle, hali hazırda sessiz olan çoğunluğun artık bu koşullarda yaşamak istemediğini dile getirmesidir; bunu dile getiren bireylerin, grupların, hareketlerin yaşadıkları ve çalıştıkları yerellere uygun dayanışma ve kendini savunma inisiyatifleri geliştirmesidir. Muhalefet partilerinin bu tür inisiyatifleri desteklemesi ve koruması, hala olası olan bir ekonomik çöküşten faşist karakteri daha açık ve baskın bir rejim çıkmaması için önemlidir.
Mehmet Uğur: Ekonomi ve Kurumlar Profesörü / Greenwich Üniversitesi / Greenwich Ekonomi-Politik Araştırmaları Merkezi
Referanslar
Barta, Z., & Johnston, A. (2018). Rating politics? Partisan discrimination in credit ratings in developed economies. Comparative Political Studies, 51(5), 587-620.
Hasan, M. N., Kapadia, N., & Siddique, A. R. (2013). The conservative issuer bias of corporate ratings. Available at SSRN 2431273.
Mutize, M. (2019). Credit rating agencies getting away with bad behaviour. New Agenda: South African Journal of Social and Economic Policy, 2019(74), 41-44.