Gezi Parkı Direnişinden sonra üniversitelerde bir dergi çevresi olarak ortaya çıktı bağzı üniversiteliler. Temel düşüncesi Gezi’den sonra ortaya çıkan “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesini üniversite alanında somutlaştırmaktı. Bunun için önce kendisine bir “arayış örgütü” dedi. Önümüzdeki bahar ise tüm üniversitelerde “çiçekleneceği”(merkezi bir yapıya ulaşacağı) duyuruldu koordinasyonu tarafından. Bu önemli atılımdan sonra ne yapmalı sorusunu nasıl yapmalıdan bir an olsun ayırmadan, “ben yaptım, oldu” kolaycılığına düşmeden üzerinde ayrıntılı olarak tartışacağı bir süreçle bir “bahar” yaşamazsa, bunun “ilk”bahar olmayacağını bildiğimiz gibi “son”bahar olacağını da aynı kesinlikte bilmek gerekiyor. Şimdi seri üretim biçiminden biraz öncelere gitmek, “ince işçiliğe” yelken açmak ve adeta “bu örgütlenmeyi dokuyanlar kör oldu” deyişini gerçeğe çevirmek gerekiyor. Bunun da bugün var olan üniversite örgütleriyle “Nasıl Bir Üniversite”, “Nasıl Bir Üniversite Örgütü” sorularına yanıt vermeden, bu örgütlenmelerle tartışmadan, bu tartışmalardan sonra ise aynılarla yan yana gelmeden/birleşmeden olması bu iddianın kendisini geride bırakacaktır.
Genel olarak üniversite hareketine bir soluk verme iddiasında ortaya çıkan örgütlenmelerin ilk ve en fazla önemsedikleri nokta alandaki diğer örgütler ile farkını ortaya koymaktır. Bu fark önemlidir ve ileride değineceğim fakat kanımca bir örgüt kendisini, önce alanının öznesine göre kurmalıdır. Üniversite için hiç kuşku yok ki bu özneler öğrenciler, akademisyenler ve çalışanlardır. Bir üniversite örgütü bu anlamda önce öznesinin tahlilini yaparak işe başlamalıdır. Daha sonra üniversitede var olan üniversite hareketlerinin tutumları incelenecektir. Fakat son aşamada bu incelemeyle tekrar üniversite hareketinin kendi kendisini sınayarak bir senteze ulaşılacaktır. O halde “bu terazinin çektiği kadar” işe koyulayım ve baştan belirteyim aşağıda sorgulanan unsurlara bir cevabımız olsaydı şu an bu yazının anlamı olmazdı. Benim de bir cevabım yok ve işte bu yüzden bu yazının anlamı var.
1) Özneleri tanıyabilmek adına kaba bir giriş
Öğrenciler uzun yıllardır üniversiteden gelen bir “aydınlık”, “okumuş insanlık” vasfıyla halkla yan yana gelmiştir. Bu toplumsal olanın, tarihsel olarak “öğrenciyi” ve “üniversiteyi” koyduğu yerdir. Bugün bu “aydınlık” ve “okumuş insanlık” hala aynı şekilde devam etmekte midir? Ya da üretim ilişkilerinin geldiği aşama göz önüne alındığında bu vasıf artık silikleşmiş midir? Buna da bağlı olarak öğrenciler giderek işçi sınıfının kalbine düşmekte midir? Yine buna bağlı olarak, fakültelerde bölük pörçük bir şekilde parçalanmış birbirinden yalıtılmış bölümlerde mesleki derinleşmenin yerini “piyasaya işgücü yetiştirme” alarak “bilimsel eğitim” “tekniğe” dönüşmemiş midir? Bu konuda üniversite hareketi neler yapabilir? Bu soruların cevabı öğrencilerin barınma hakkından, beslenme hakkına, ulaşım hakkından, sağlık hakkına kadar öğrencilerin bugün elinden alınmış ve hakkı olmasına rağmen ona “satılan” bütün mücadele birikimlerine yeni soluklar getirmenin kaldıracı olacaktır.
Akademi özellikle burjuva devrimleriyle beraber “bilimselliğin” içine doğmuştur. Bu bilimselliğin en önemli yanını “nesnelliğin”(tarafsızlıktan söz etmiyorum) oluşturması hiç kuşku götürmez bir gerçekken, biliyoruz ki hiçbir zaman böyle olmamıştır. Bir sınıf mücadelesi şeklinde gerçekleşen toplumların tarihi bu niteliğinden ötürü akademiye de büyük bir baskı süreci yaratmıştır. Bu baskı tarihsel anlamda işçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesiyle birçok ülkede “sosyal devlet” anlamında daha özgür bir ortam yaratsa da özellikle Sovyet’lerin tarih sahnesine çekilişi ve Neo-liberal dönüşümlerle birlikte bu mücadeleyle kazanılmış olan kısmi özgür alan daha da yok olmuştur. Bugün akademi baskılar ve tehditlerle adeta iktidara bağlanmaya çalışılmaktadır. Bu ortamda akademide mücadele dinamikleri ne olabilir?
Bir diğer özneyi ele aldığımızda, üniversitelerde, son yıllarda büyük bir “taşeronlaşma” söz konusu. Güvenlikten, kantinlere, yemekhaneden, temizliğe kadar her iş taşeron işçiler tarafından görülüyor. Bu işçilerin güvencesizliği bazen işçileri bu işçilerin haklarını savunan öğrencilerle karşı karşıya getiriyor. İşçilerin haklarını savunan öğrencilerle “iletişim” kuran işçiler “ekmek”leriyle tehdit edilmekte hatta işten bile atılabilmektedir. Taşeron işçi sorunu mücadele edilmesi en çetrefilli olan alandır ve bu genel olarak işçi hareketinin de bir şekilde atılım yapamadığı mücadele alanıdır. Taşeron işçiler konusunda üniversitede hangi mücadele alanları yaratılabilir/yaratılmalıdır?
Bu üç öznelerin ayrıntılı incelenmesi bu yazının konusu değil hiç kuşkusuz. Bu üç öznenin mekânsal anlamda birleştiği bir payda olarak üniversiteyi de bir “özne” olarak saymak gerekiyor. Genel olarak ifade edebilirsek üniversite öğrencisini bu mekanın içinde ders gören ve daha sonra evine(ya da eğlenmeye de olabilir burada anlatılmak istenen evine gitmesi değil) giden daha sonra bunu binlerce kez tekrara iterek öğrencinin elinden bu mekandaki yaratıcı faaliyeti alarak onu bir “öğrenene” (ama asla “üretene” değil) çevirerek nesneleştirmektedir. Hâlbuki hayatta her ilişki iki ya da daha fazla özne “arasında” kurulur ve ancak “eşit” kurulursa bir “ilişki”den söz edilebilir. Böylelikle öğrenci ile üniversite arasında kurulan şeyin bir ilişkiden çok bir “tahakküm” ilişkisi olduğu söylenebilir. Bu yaşam pratiğinin içine öylesine girmiştir ki, öğrenciler için de bu “böyledir”, “normaldir” hatta “elbette böyle olacaktır”. Bunu aşmak da(aşacak teorik ve pratik materyaller geliştirmek de) bir öğrenci hareketinin en asli görevidir.
2) Üniversite Hareketi ve Hareketleri, Tıkanıklıklar ve Bunları Aşabilecek Tutamaçlar
Buraya kadar kaba bir giriş yaptım ve genel olarak söylenmeyeni söylemedim. Buna belki de en titiz bir şekilde burada devam edeceğim. Çünkü burası belki de bir önceki başlıktan daha aşılabilir ve yüzeysel bir alan olsa da mayınlı arazinden farksız. Her şey bir anda “cevaba değmez” olabilir. Fakat dediğim gibi aradığımız şey cevap olduğu için bu cevabı her üniversite hareketinden büyük bir titizlikle beklediğimizi(burada bağzı üniversiteliler olarak varlığımızın en belirgin amacı olduğu için çoğul kullandım) belirtelim. Bu “bahar” bağzı üniversiteli’lerin değil, üniversite hareketinin baharıdır ki eğer salt “bağzı üniversitelilerin” baharı olacaksa var olan 40 üniversite yapısına bir 41.yi eklemiş olmaktan başka bir bahar olmayacaktır. Başta kullandığım “son”bahar buraya tekabül etmektedir. Eğer böyle bir sona ulaşılacaksa yeni bir örgütün kanımca hiçbir anlamı yoktur. Bugün şu net bir şekilde görülmelidir: üniversite hareketi gün geçtikçe gerilemektedir. Bu hem örgütlerin kadrolarının düşmesinden hem de örgütlerin politik olarak üniversitede bir üretim yapamamasından ve buna bağlı örgütlenememesiyle kanıtlanabilir. En açık örneği de geçtiğimiz ay son yılların en sönük, taleplerinin tekdüze olduğu 6 Kasım YÖK eyleminden başkası değildir. Pekiyi, neden böyle olmuştur? Gezi Parkıyla birlikte ortaya çıkan enerji bunun tersini söylemiyor muydu?
Gezi’den sonra birçoğumuz büyük bir örgütsel sıçrama yaşayacağımızı düşündü ve hemen eylül üniversitelerimiz açılsa ve mücadeleyi büyüksek diye içinden geçirdi. “Eylül is coming” söylemleri arasında rüzgar tersine döndü ve AKP iktidarını vurması gereken Eylül “üniversite hareketini” vurdu. Bu “sonbaharın sert geçeceğini” kim tahmin edebilirdi? Gezi’den sonra büyük bir erime sürecine girildi ve halen daha atlatılmış değil. Çünkü Gezi hiçbir yerde somutlaşmadığı ölçüde var olanı yokluğa doğru çekti ve kendi düşüncesi içinde eritti.
Gezi Parkı, iktidara(AKP’ye, polise, sivil faşişt çetelere) yönelerek “sokakta politikleşen” bir dil taşımaktaydı. Yani sokağın “gerçek” sahipleri ortaya çıkınca, Gezi gençliği ile, onlardan ayrı hayat yaşayıp onlar için mücadele edenlerin ne kadar birbirine mesafeli olduğu keşfedildi. Ancak bu keşif öyle bir şekilde boyandı ki biz buna “yaratılıcılık” dedik. Demek ki sokağın gerçek öznelerinden kopuk bir hayat sürüyoruz ve bu kopuk hayata da özneleri “dışarıdan” çekiştirerek mücadele etmeye çağırıyoruz. Bu kadar “yaratıcı” insanlar neden bize gelip “körelsin” değil mi? Ayrıca Gezi’den sonra “basit” ve Gezi’ye hiç benzemeyen bir tekrarı neden kabul etsinler gerçeğini kendi elleriyle yaşamışken?
Böyle bir gerçeklikte “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözünün” gerçek bir mücadele ekseninde hiç düşünülmemesi ve bu anlamda Gezi’yi bir değişim dönüşümden ziyade birkaç örgütçü insan ihracı olarak algılayarak “mış gibi yapma” süreci Gezi’deki enerjinin karşısında elbette ki ayakta kalamayacaktı, kalmadı da. Örgütlü olan birçok kişi bir anda kendisini bu hayatın dışında buldu. Pek çoğu yalnızlaştırıldı. Ve böylelikle politika alanında yıkanmak yerine düzenin değirmeninde dönmeye başladı. Gün geçtikçe örgütsüzlük, -Gezi’den önce doğsa da Gezi’de tam anlamıyla gerçekleşen bir kavram olarak- politik yaşam olarak dillendirildi. Gerçekten politik yaşayanlar ile mış gibi yapanlar birbirine karıştı. Eylemden eyleme giden büyük bir aktivist kitlesi doğarken hayatın tüm alanını örgütlemeye çalışan örgütçüler daha da azaldı(Burada politik yaşamın kendisi ya da aktivizm eleştirilmiyor sadece örgütlülük ile bu kavramlar aslında birbirini besleyebilecekken bir anlamda bir karşıtlık ilişkisi içinde ele alındığından bu yüzden birbirini engellediğinden söz ediyorum).
Peki bunların en temel nedeni neydi? Kanımca burada tek bir yanıt vermek mümkün değil; fakat önüne siyasal devrim alanını koyan ve toplumsal devrim alanını boş bırakan yapılar için “AKP ve/veya devlete” karşı “kendi mücadele örgütü altında” mücadele ediliyorsa diğer tüm meselelerin “tali” görülmesi diyebilirim. Burada iki sıkıntılı nokta var. Öncelikle toplumsal mücadeleler tarihi bize göstermiştir ki siyasi devrimler, toplumsal devrimler olmadan ilerleyemez ve bunlar birbirlerinin ardılı şeklinde değil birbirine mümdemiç unsurlardır. Yani yaşamı değiştirmeden siyasi iktidarın ele geçirilmesi ve bu yolla yaşamın değiştirileceğinin sanılması en büyük yanılgıdır. Bu anlatılanı bu topraklara uyarlarsak 1908’den itibaren gelişen devrim sürecinin bugün AKP tarafından nasıl yerle yeksan edildiğinin ve buna karşılık ciddi bir tepkinin üretilmediğinin(Gezi’yi AKP’nin Kemalist devlet aygıtına karşı tepki olarak değerlendirmiyorum. Olsa olsa cumhuriyet mitingleri olabilir ki AKP yargılamalar sonucunda düzenleyenlere yıllarca hapsi tattırmıştır) en temel kanıtıdır. Devrim bir siyasi devrim olarak gelişmiş ve bu siyasi devrim gündelik hayata gökten zembille inmiş ve bugün de AKP tarafından tekrar göğe çıkarak yok edilmiştir. Bugün AKP bu yüzden çok daha tehlikeli bir iktidar partisidir. Kökünü topluma kazımaktadır ve bütün kapitalist unsuları(piyasalaşmayı, hırsızlığı, rekabeti vs) toplum için “olağan kılmıştır”. Tarihsel olarak verilen bu örnek bizim üniversite mücadelemiz için ne kadar ciddi bir ayrımda olduğumuzu görmemizi sağlamaktadır. Yani bugünün kapitalizm ortamında bize dayatılan rekabetçilikten, tekçilikten(öz-örgütüm, ben bilirim, ben gerçeğim), dar grupçuluktan, cinsiyetçilikten, homofobiden net bir şekilde kaçınan bir toplumsal mücadele alanı yaratarak siyasal bir mücadele vermek bugünün en önemli görevidir. Bu toplumsal devrim düşüncesinin hakkı bir kez verildiğinde “kimin öz örgüt” olduğunun bir anlamı kalmayacaktır. Buradan sonra belki de üniversite hareketinin en önemli toplumsallaşma ve birlikte mücadele etmenin taşıyıcı noktası olan “üniversite mücadelesinin yükseltilmesi” ekseninde buluşulduğunda, bugün dar grupçuluk, tekçilik, rekabetçilik yapacak bir payda da kalmayacaktır. Böylece paylaşma ve dayanışma kanallarını sonuna kadar açılacak, farklı örgütlenme tarzlarını açıkça tartışılabilecek, bir kafa-kol ilişkisinden(düzen içi sosyal ilişkilerden) sıyrılarak politik bir zeminde üniversite hareketinin yeniden kuruluşu için adım atılacaktır. Bir diğer ifadeyle, bu yıl 5 kişi geldi, 3 kişi gitti, 2 kişi kazandık “matematik hesabından” kurtularak “işi gücü üniversite hareketini güçlendirmek” olan ve bunun için hiçbir dar grupçu tanımın içinde kendisine yer vermeyen bir üniversite örgütünün yaratılması mümkün olacaktır.
Bugün bunun için geçmişten çok daha fazla bir imkan önümüzdedir. Milyonlarca insanın sokağa çıktığı Gezi Direnişinin enerjisi hala bir hayalet gibi ortalıkta dolaşırken bugün bu imkan için şu sözü etmeden olmaz: “Hiçbir ordu vakti gelmiş bir düşünceden daha güçlü olamaz”. O fikir gelmiştir, şimdi samimiyetle yan yana gelme, birlikte mücadele etme ve “üniversite hareketini” daha da ileriye taşıma zamanı!