Emek karşıtı programların sürdürücüsü AKP’nin, emekçi sınıfların siyasi desteğini almasının altında yatan farklı etmenlerden birini de dindarlık ve topluma etkileri oluşturuyor. Bu çelişkiyi anlamak ve aşmak için çalışmalar yapan isimlerden birisi de Yasin Durak. “Emeğin Tevekkülü: Konya’da İşçi-İşveren İlişkileri ve Dindarlık” kitabı Konya’da “işçilerin egemen sınıflara tabiiyeti” projesinin hayata geçirilmesinde İslâm’ın nasıl kullanıldığını araştırıyor. Biz de Yasin Durak’la kitabı ve konu hakkında bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: Göksel Ilgın
Konya bölgesinde, işçi-işverendindarlık ilişkisini merceğe aldığınız çalışma “Emeğin Tevekkülü” nasıl ortaya çıktı?
90’larda Konya ölçeğinde yapılmış bir dizi saha çalışmasından haberdardım. “Anadolu Kaplanları” ya da genel olarak “İslami burjuvazi” gibi meselelere eğilen çalışmalardı bunlar ama odağına işçilerin dindar muhafazakârlıkla ilişkisini alan bir çalışma mevcut değildi. Daha önceden Konya’da yaşamışlığım olduğu için sağlam veriler elde edebileceğimi düşünerek saha çalışması yapmaya karar verdiğimde aslında aklımda oldukça “Ortodoks” diyebileceğim bir soru vardı; “din aracılığıyla nasıl sömürü uygulanır?” Sahada karşılaştıklarım önceden tasavvur ettiğimden çok başkaydı. Ben çok daha itaatkâr işçilerle karşılaşmayı bekliyordum. Ama direnme ve itaat’in iç içe geçtiği süreçlere şahit olduktan sonra teorik tutumum değişti. Örneğin, E. P. Thompson’ın tezleri daha yakın gelmeye başladı. Sahada gerçek olayların şahitliği beni işçilik din ilişkisini “inanç ve itaat” ikiliğine indirgeyen yaklaşımdan uzaklaştırdı
Böyle bir çalışma için Konya’yı özel kılan neydi? Konya’da elde ettiğiniz veriler Türkiye ölçeğinde nasıl bir yer kaplar?
Konya’nın yerel dinamikleriyle ülkenin merkezi siyasi otoritesi ilk defa bu kadar paralel bir hal aldı, ilk defa böylesi bir ahenk oluştu. Konya, sadece emek süreçleri açısından değil, sosyal düzenlemeler, kentsel tasarım, mekanın dönüşümü gibi bir çok konuda önemli örnekler teşkil eder. AKP’nin kurucu üyelerinin önemli bir kısmı 90’larda Refah Partisi döneminde Konya, Kayseri gibi illerde yerel yöneticilik yapmış isimlerdir ve bu kişiler AKP iktidarı boyunca yerel yönetimlerde denedikleri birçok şeyi ülke çapında hayata geçirmek için çalıştılar. Bunun sonucu dindar muhafazakâr ideolojinin tüm kamusallığı sarması denebilir. Konya’nın yerel gündeminde dindarlık önemli bir yer tuttuğu için ister istemez işçi-işveren ilişkisinin normativitesinde de tesirli oluyor. Fakat burada, genel kanının aksine kristalleşmiş bir tabiyet ilişkisi yok. Her an oluş halinde; çözülen, yeniden kurulan hegemonik süreçlerden bahsediyoruz. Bir süreç halinde hegemonyanın bir numaralı göstergesi işveren tiyatroları… Mesela, bir bakan çıkıp diyor ki “gittim, işçilerle iftar açtım.” Neden başka bir etkinlik değil de iftar açmaya gidiyor? İşverenler buna benzer tiyatrolarla bir kader birliği algısı oluşturmaya çalışıyorlar. İşçinin bu tiyatrolar vasıtasıyla içerisinde yer aldığı normativiteye uyumu, patronun bu normativiteyi uygulama biçimi olan dindar muhafazakar retorikteki başarısı ölçeğinde gerçekleşiyor.
Eğer patronun retoriği çökerse, işçinin tavrı da hemen değişiyor. İşçi belli bir çizgiye dek eşitsiz ilişkiye rıza gösterse de eşitsizliği örten ya da kabul edilebilir ölçüye taşıyan retorik çöktüğünde işçi de buna göre tavır alıyor. Mesela, işçisiyle dindar-muhafazakar retorik dolayımıyla ilişki kuran bir patronun namaz iznini kaldırması düşünülemez.
Mülakatlarda dinlediğim, namaz iznini, işçilerin bu süreleri namaz kılarak kullanmadığı gerekçesiyle kaldırmak isteyen patronların aylarca maaş vermese sorun olmayabilecekken, izni kaldırması büyük sorunlara sebep olacaktır. Diğer yandan, işverenler işçilerle aynı camide namaz kılmak istemiyorlar. Sebep olarak işçilerin işyeri dışında lakayt tavırlar sergilemesini sunuyorlar. İşyerinde enformel bağlarla kurdukları retoriğin sonucu bu tabi ki.
AKP’nin yoksul Müslümanlıkla kurduğu bağı nasıl değerlendiriyorsunuz? AKP ideolojisinde dindar muhafazakâr retoriğin konumu nedir?
Williams’ın “sınıfsal anlamlandırmalar” ilkesinden yola çıkarak bakarsak din; işveren ve işçi için aynı şeyi ifade etmez, yani dinsel anlamlandırmalar zaruri olarak sınıfsaldır. İşveren için din bireyci, rasyonel, liberal bir anlam taşırken işçi için kolektivist, özgeci, dünyadan geçmek, adanmak gibi anlamlar taşır. AKP yukarıdan düzenlemeye dayalı monolitik bir dindarlık sergiliyor. İdeoloji için yapılan klasik tanımlardan biri kitlelerin manipüle edilmesiyle oluşan bir yanlış bilinç, buğulu bir gözlük tarif ederdi. Lenin’in ardından, şimdi Zizek’e kadar izini sürmek mümkün, başka yaklaşımlar geliştirildi. Naif biraldanma, kanma halini tarif eden yanlış bilinçten ziyade; bilmek ama yine de yapmak biçiminde bir sinizmden söz etmek gerek. Ahlaksızlığın ahlakı diyor Zizek. Yolsuzluk iddialarına karşı “ evet çalıyorlar ama hizmet de ediyorlar” savunusunda görebiliriz bunu mesela. Nesnenin kendisini ideolojik olarak kurduğunuz zaman, örneğin kamusallığı tümüyle ideolojik olarak kurduğunuz zaman bilinç zaten dönüşmek zorunda kalacaktır. Şöyle düşünelim; “the party” diye bir gerçeğimiz var artık. Büyük bir çoğunluğun, ideolojik olarak destekleyen ya da desteklemeyen bir sürü insanın değmek dokunmak zorunda kaldığı kamusallığı kuşatan bir AKP’den söz ediyoruz. Çeşitli hayati kaygılarla AKP’nin düsturlarına uymak, uyuyormuş gibi yapmak durumunda insanlar.
Sosyo-ekonomik düzlemde var olmak için “the party”ye, dindar muhafazakar retorikle pazarlık etmeye mecburlar. İnsan inandıkça eylemeyebilir ama eyledikçe inanır. AKP kafa olarak kuşatamadığı insanları bile pratikte dindar muhafazakar kılmayı başarabiliyor. Dindar muhafazakarlık derken bir burjuva fraksiyonunun kendi çıkarlarına iliştirdiği retoriğin hakimiyetinden bahsediyoruz. Tek partili dönemde Kemalizm neyse şimdi dindar retorik nerdeyse odur diyebilirim. Bu yüzden ‘dini şef ’ olarak değerlendiriyorum Erdoğan’ı.
AKP popülizmi açısından dindar retorik her dönem aynı işlevsellikte midir?
AKP’nin ilk dönemlerinde baskıcı olmadığı son dönemde baskıcılaştığı önermesine dayanan liberal bir ayrım var ben böyle bir miladın olduğunu düşünmüyorum; başından beri liberal, kapitalist baskıcı bir partiydi. İktidara doğru soruları sormadıkça dişlerini göstermeyebilir. Ama bir hegemonyadan bahsediyorsak sadece rıza ya da sadece baskıyla işleyen bir olguyu işaret etmez. Ayrıca, dediğim gibi hegemonya bir süreçtir. Biz Karşı hegemonyayı çoğu zaman bir konum alma meselesi gibi görüyoruz. Oysa, biz sabit bir konum aldığımızda hegemonya çoktan değişim geçirmiş, aldığımız konum iktidar tarafından çoktan mas edilmiş oluyor. AKP popülizmi açısından farklı uğraklar tarif edebiliriz ama yapısal olarak değişen bir AKP’den söz edemeyiz.
Sosyalist Sol ve yoksul Müslümanlık ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sosyalist sol ve sünni İslam ilişkisi aslında oldukça uzun soluklu bir maceradır. İlginç bir şekilde ne zaman gündeme gelse yeni bir fikir gibi algılanır. İlk ciddi girişim olarak Yeşil Ordu’dan bahsedebiliriz. Mete Tunçay Türkiye’de Sol Akımlar kitabında anlatır. Savaş döneminde Bolşevizm ile İslam’ın ne kadar uyuştuğunun propagandasını yapan bir sivil toplum örgütü. Hikmet Kıvılcımlı örneği var tabii; irticai faaliyetten yargılanmış bir sosyalist! Ancak, İslamcılığın sağ ideoloji içinde aldığı katı konum Sosyalizm ve İslam ikilisini uzlaşmaz karşı kutuplar konumuna taşımıştır. Konunun yeniden popülerleştiği bugün ve aslında ilk tartışmaların tamamı için de geçerlidir, sosyalist solun tartışması Sünni İslam ile muhasebesidir; örneğin Alevilik ile ilgili bir sıkıntısı yoktur. Sosyalist sol İslam ilişkisi denince Sünni İslam akla gelir. Bugünkü tüm girişimler de Sünni İslam’ı merkeze alır. Akla şöyle sorular geliyor; sosyalist pratik bir dinsel temayülü diğerine önceleyebilir mi? Ya da İhsan Eliaçık’ın Devrimci İslam kitabı oldukça eskidir; fakat sosyalist sol ne zaman bu damara kulak kabartmaya başladı? Dindar muhafazakâr retorik baş edilemez hale geldiğinde!
Bir başka önemli soru: sosyalizm din karşıtı bir mücadele mi? Çünkü uzun bir müddet burjuvaziye karşı yürüttükleri mücadeleyi
dine, din adamlarına karşı da yürütmüştür sosyalistler. Bugün, maalesef kolaycı bulduğum yaklaşımlarla yakınlaşma çabaları mevcut. İhsan Hoca “bu ayet bu anlama gelmez” gibi kurumsallaşmış din eleştirisiyle; sosyalist sol da “ha İslam mı, onu da iyi biliriz biz” gibi bir tavırla yaklaşıyor meseleye. Bir söylem oluşturma girişimi içerisinde İslam’a otantik bir öz atfetme, masumlaştırma gibi biçimlerde “İslam aslında o değil budur” tavrı… Dinsel otantisite, yani “din o değil, budur” tartışması sosyalist solun değil İslamcıların postülası olabilir. Teorik muhasebe en üst soyutlama düzeyinden yapıldığı için retoriği de gelişigüzel bir kullanım söz konusu. Mesela, Yeryüzü sofraları…
Dindar muhafazakar emekçiler üzerinde olumlu değil, negatif tesiri olduğunu düşündüğüm, parodileşmiş bir eylem kalıbıydı. Emekçiler kendileri için kutsal olan iftarın tiye alındığını düşünürler; birayla iftar açılmaz örneğin… Böylesi bir gelişigüzel retorik kullanımı AKP’nin elini güçlendirir. Dinsel retoriğin burjuvazinin lehine bu kadar tesirli olduğu bir ülkede belki de en son ihtiyacımız olan şey dindar muhafazakar retoriği kullanarak siyaset üretmektir. “Gaz yedik, haram yemedik” gibi bir slogan, egemenlerin surelerle dalga geçmesine karşılık sureleri savunmaya benzer. Oysa, bir sosyalist sureleri savunmaz; halkın inancıyla alay edilmesine karşı çıkar! Ya da çok halk dili bir argüman diye sempati toplasa da “yetim hakkı” ifadesi sakıncalıdır; aileyi olumlar! Sol ile sünni İslamı yakınlaştırma adına kolaycı bir yolla gelişigüzel retorik kullanımı burjuvazinin dindar retoriğinin içinden konuşmaya sürükler. Böylesi bir çabayı ikinci türden bir Jakobenlik olarak görüyorum. Kurumsallaşmış dinden hareket eden, ruhbani, kitabi, ulemaca yaklaşımdan ziyade işçilerin dinsel, sınıfsal anlamlandırmalarından hareket etmek gerektiğini düşünüyorum; halkın gerçek temayüllerinden…
Son olarak Soma’nın ardından AKP’nin durumu nedir?
Soma dinciliğin çirkin yüzünün ayyuka çıktığı örneklerden biridir. Ne yaptı dini şef? Oraya polis jandarma yollamak yetmedi, imamları yolladı. Dindar muhafazakar retorik açısından esas noktası yine Kader mesajıdır. Kader birliği mesajı, hepimiz için ölen kader yoldaşlarımız, şehitlerimiz mesajı Soma’ya, Somalılara yönelik bir mesaj değil. Soma’yı bir biçimde kontrol altına alması yetecekti. Nietchze’nin güzel bir sözü var; “evin yandığında yemek yemeyi unutabilirsin ama ertesi gün küllerin içinde yersin”. Gerçekliğin böyle bir cevabı vardır! Böyle bir gerçeklikte Somalılardan ziyade diğer olası tepkileri soğurmak için Kader birliği mesajı gereklidir. Soma’da AKP’lilik bitmiştir diyemeyiz bu anlamda ama gerçekte halk kader birliği retoriğini yiyor mu; onu da ‘dini şef ’ öldüğünde madenciler cenazeye gelecek mi, o zaman göreceğiz! İş kazaları-cinayetleri hegemonik süreçlerden kopuşlara neden olabilir. Elbette, iktidar bunu gördüğü için Soma’ya özel bir ideolojik manipülasyon gerçekleştirecektir.