SEÇTİKLERİMİZ – Demokrasi44.com’dan M. Ali Çelebi’nin Ertuğrul Kürkçü ile röportajı: Lenin artık bizim için düşünemez ama biz onun verdiklerinin üstüne ekleyebiliriz. Acaba bir Kürdistan-Türkiye devriminin eşiğine gelir miyiz? Bu bizim için bir maksimum hedef.
Egemen ve kapitalist sistemin burçlarını alaşağı eden, işçi sınıfının ve insanlığın umutlarının gerçekleşebildiğini, yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğini gösteren Ekim devriminin 100. yıldönümü. Türkiye’de sisteme, kapitalist moderniteye meydan okuyan 68 kuşağının devrimci atılımında yer alan Türkiye solunun önemli isimlerinden, milletvekili Ertuğrul Kürkçü ile Ekim Devrimi’ni, devrim silsilesinden çıkarılması gereken dersleri, Rojava Devrimi’ne akan serüvenleri konuştuk.
* Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümü. Çarlık Rusyası en zayıf halka mıydı? Ve devrimin ortaya çıktığı objektif ve önzel koşulları ve devrimin bileşenlerini sormak istiyorum.
Birincisi, ‘zayıf halka’ teorisi esasen dünya devrimi kapsamı içerisinde anlamı olan bir terminoloji. Yani emperyalist zincirin en zayıf halkası. Çünkü bir dünya devrimi hem komünistlerin idealiydi, hem de o dönem bütün dünyayı kapsayacak bir devrimler silsilesi hala mümkün olarak tasavvur ediliyordu. Öyle olduğu için dünyada komünistler arasında bu devrimin nerede uç vereceği, nerede patlak vereceği, nerenin merkeze alınması gerektiğine dair bir dizi tartışma vardı. İster istemez Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi de bu tartışmanın içindeydi. Rusya’da bir kanat aslında ülkenin bir sosyalist devim için olgunlaşmış olmadığını, dolayısıyla devrimin batıdan, Fransa, Almanya veya İngiltere’den, İtalya’dan gelmesini beklerlerken Lenin, buna ‘hayır’ cevabını verdi: ‘Hayır emperyalist zincir mutlaka batıdan, kapitalizmin en gelişmiş olduğu yerlerden değil, emperyalist zincirin en zayıf halkasından kopacaktır.” Buradan hareketle Lenin hem Rusya’nın iç gelişim koşulları hem uluslararası güç dengesi, hem Birinci Dünya Savaşı koşulları içinde durumu değerlendirdiğinde zayıf halkanın Rusya olacağını ‘Emperyalizm, Çürüyen Kapitalizm’ başlıklı eserinde açıkladı. Sonuç Lenin’in öngördüğü gibi oldu. Burada tabii bir dizi etmen var: Rusya işçi sınıfının bir devrim için tamamen hazır ve Rusya’da kapitalizme karşı bir devrim için en elverişli koşulların ortaya çıkmış olmasından çok Rusya’daki hakimiyet rejiminin savaş, Rusya’daki köylü ayaklanmaları ve Rusya’daki ezilen halkların milli isyanları dolayısıyla bütün bu ağırlığı taşıyamayacak hale gelmiş olmasıyla ilgiliydi. Krizin ne zaman ve hangi koşullarda olgunlaşacağına dair bir kehanette kimse bulunamaz. Nitekim Lenin’in de bulunamadığını biliyoruz. Daha Aralık 1916’da Lenin’in yeni yıl konuşmaları sırasında gençlerden gelen “Devrim nerede ve ne zaman olacak. Rusya’da devrim ne zaman olacak” sorusuna cevaben ‘Bizim kuşağın bu devrimi görebileceğini sanmıyorum’ demişti. Ama sadece 6 ay sonra Lenin, Petersburg’dan ‘mühürlü tren’le Rusya’ya girdi. Finlandiya istasyonunda ‘Dünya sosyalist devrimi başlamıştır’ çağrısında bulundu. Lenin’in hareket noktası kitlelerin aktivitesi ve egemen sınıfın kuvvetlerinin dağılması, parçalanmasıyla ilgiliydi. Lenin Rusya’ya geldiğinde Şubat 1917’de gerçekleşen devrimle Çarlık yıkılmış ve bir burjuva devrim süreci başlamıştı. Kerenskiy’i iktidara getiren devrim esasen işçi hareketinin omuzları üzerinde yükselmişti. Devrimin üç temel sloganı vardı: ‘Ekmek, toprak ve barış.’ Ekmek işçilerin ve tüm çalışan kitlelerin, toprak yoksul köylülerin, barış herkesin talebiydi. Barışı getirmek Kerenskiy hükümetinin elinde değildi, çünkü arkasındaki Rus egemen sınıfları hala İngiltere ile olan ittifakları çerçevesinde Almanya’yla savaşı sürdürme peşindeydiler. Lenin ise savaşı durdurmanın kitleler için en önemli ve burjuva egemenliğinin devrilmesi için en kritik hamle olduğunu bildiği için daha Şubat Devrimi’nin hemen ardından yazdığı ‘Nisan Tezleri ve Proleterya Devrimi’ başlıklı makalesinde neden Rusya işçi sınıfının ve Komünistlerin iktidara yürüyebileceğini ve neden başlıca çağrısının barış olması gerektiğini etraflı olarak açıkladı. Rusya’da komünistlere iktidarı getiren, burjuvazinin Çarlık sonrası döneme dair hiçbir kurtarıcı özgürleştirici ve kurucu perspektifinin olmaması Bolşeviklerin ise 1901’den beri 16 yıldır bu an için hazırlanıyor olmasıydı. O nedenle Rus Devriminde öznel unsurun çok önemli rolü olduğunu söylemek mümkün. Öznel unsurdan kastım Komünist Partisi’nin örgütlülük düzeyi, onun etkisi altındaki büyük kitlelerin bilinç düzeyleri, dünya durumunu doğru değerlendirme ve bunu her gün yeniden bilgi olarak üretebilme gücüydü.
Lenin'in enternasyonel örgütlenme hedefi
* Emperyalist ülkeler arasındaki gizli anlaşmaları deşifre eden devrim öncesi “Proleterya iktidara gelecek, sovhozlar, kolhozlar kuracağız ama karşımızda devasa güçler var. Bunlar bizi boğar” diye endişe var mıydı?
‘Bir devrimin zamanı değil’ diye düşünmedi Bolşevikler. Gerçi RSDİP içinde hatta Bolşevikler arasında, iktidarı ele almaktansa, burjuva devriminin uç muhalefet partisi olarak kalmak doğrultusunda güçlü düşünceler vardı. Menşevikler hep bu fikirdeydiler zaten. Lenin’in ve Boşeviklerin perspektifiyse daima şu oldu: ‘Bir adacık olarak Rus devrimi var olmaya devam edemez.’ Dolayısıyla yapılması gereken bütün Avrupa’da ve doğuda devrimleri teşvik etmek ve bunlar için yeni bir uluslararası örgütlenme oluşturmaktı. Nitekim II. Enternasyonal, yani o dönem işçi sınıfı partilerinin uluslararası örgütünün içindeki güçlü Avrupa partilerinin -Fransa Sosyalist Partisi, Almanya Komünist Partisi, İtalya Komünist Partisi- önde gelenleri savaşı devrimle önelemek ya da savaştan bir devrim çıkartmak konusundaki devrimci perspektifleri uygulayamadıkları, bazıları kendi burjuvazilerinin peşiden sürüklendikleri için II. Enternasyonal parçalandı, Bolşeviklerin öncülüğünde 1919’da III. Enternasyonal kuruldu. Komünist Enternasyonal olarak kendisini II. Enternasyonal’den ayırdı. Kısa adıyla ‘Komintern’ olan yeni dünya örgütünün içinde yer alan bütün Avrupa ve Çin, Vietnam, Hindistan gibi doğu partilerinde Bolşevik perspektifleri paylaşılır oldu. Lenin ve Bolşeviklerin en çok önem verdikleri mesele Rus devriminin yarattığı dalgaları, devrim ışınlarını bütün yerküreye yayabilmek için enternasyonal bir örgütlenme yapmaktı. İkincisi Batı Avrupa devrimleri gerçekleştikçe hem Rusya’daki devrimin kendini güvenceye alacağı hem de aslında öncülüğün Rusya’dan batıya geçeceğine dair Lenin’in çok belirgin tezleri vardı. Fakat ne yazık ki Lenin’in öngörüleri gerçekleşmedi. Almanya devrimi 1919’da yenildi. Fransa’da devrim başarılı olmadı. 1920’de İtalya’da Konseylerin başlattığı devrimci başkaldırı yenildi. Macaristan’da iktidar kısa süre için devrimcilerin eline geçti fakat o da yenildi. Ve peşpeşe gelen devrim yenilgileriyle Rusya Avrupa kıtasında kendi başına kalınca ister istemez devrimi yaşatmak için uzlaşma perspektifleri gündeme geldi. İçeride yeni ekonomi politikası dediğimiz kapitalizmle kısmen yeniden uzlaşma. Kollektifleşme bir yandan devam ederken öbür yandan küçük üreticiler ile uzlaşma kapısı açıldı. İkincisi uluslararası kapitalist sistemle barış içinde yaşama imkanlarını araştıran bir yeni diplomasi doğdu. Üçüncüsü de sömürge devrimleriyle ittifak perspektifi dünya devrimi hedefine dahil edildi. İlk kez sömürge devrimleri doğrudan doğruya dünya devriminin bileşeni olarak Komintern (3. Enternasyonal) gündemine geldi. Enternasyonellerin sloganı eskiden ‘bütün ülkelerin işçileri birleşin’ iken Komintern’in sloganı ‘Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin’ oldu. Emperyalist dönem analizi bağlamında emperyalizmin serbest rekabetçi kapitalizmden farklı, kapitalizmin bir üst aşaması olarak yeni bir dünya sistemi ve bunun karşısında bir ezilen halklar bloku oluşturduğu saptamaları Lenin’in sağladığı en önemli devrimci kavramsallaştırmalardan biriydi. Nitekim Çin devrimine, Hindistan’daki devrimci hareketlere verilen büyük destek hatta Türkiye’de Kemalistlerin emperyalist istilaya karşı çıkışlarına verilen destekler hep bu kavrayışla ilgiliydi.
Karadeniz katliamı
* Yeri gelmişken Mustafa Kemal konuşmalarında, Lenin’e mektubunda sol terminolojiye ağırlık veriyor. Oradan da ciddi siyasi destek ve silah yardımı geliyor. Diğer yandan Mustafa Suphilerin Karadeniz’de boğdurulması var. Sovyet desteği olmasa Mustafa Kemal kazanır mıydı savaşı?
Sovyet desteği olmasaydı belki durum daha güç olabilirdi. Ayrıca emperyalist istila güçleriyle savaş bakımından da hem Avrupa kamuoylarında ve tek tek ülkelerin içindeki sınıf mücadelelerinde I. Dünya Savaşı bittiği halde Türkiye’yi işgal altında tutmak için savaşı sürdürüp sürdürmeme konusunda da ciddi ihtilaflar çıkmıştı. Kemalist kadro büyük ölçüde emperyalist devletler içindeki savaş ve işgali sona erdirmekten yana kesimlerle müzakereler ve pazarlıkları da sürdürdüler. Sovyet devrimiyle iyi münasebetler Ankara Hükümeti’nin ‘arkamız sağlam’ diyeceği kadar doğu cephesini güvenceye almakla ilgiliydi. Öte yandan Sovyetler hükümeti açısından da Ankara hükümetini desteklemek İstanbul’daki İngiliz işgaline son vermenin Boğazlar üzerindeki emperyalist kontrolü kırmanın en önemli imkanıydı. Ne var ki, Kemalist kadronun Anadolu’da Rus Devriminin etkilerini gidermek için çok büyük bir çaba gösterdiğini görebiliriz. Özellikle Komünist Partisinin tasfiye edilmesinde…
* Mustafa Kemal, Türk Komünist Fırkası da kurduruyor. Rusya gerçekten inandı mı?
Tabii ki inanmadılar. Sovyetlerin o zamanki hariciyesinin ve siyasi kadrolarının ne olup bittiğini anlamaması mümkün mü? Mustafa Suphi hakkında, Mustafa Kemal’in Meclis’te söylediği şeyler çok açık. Diyor ki mealen ‘Rus Bolsevik Hükümeti resmiyesi, ricali resmiyesinin bizim olan, bizim resmî ricalimizle olan temas ve münasebetlerinde Rusya dahilinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları oralarda da serseriliklerine devam etmişlerdir. Işte bu serseriler bir iş yapmak hülyasına kapılarak zahiren memleketimize ve milletimize nâfi olmak için Türkiye komünist fırkası diye bir fırka teşkil etmişlerdir ve bu fırkayı teşkil edenlerin başında da Mustafa Suphi ve emsali bulunmaktadır. Bunlar doğrudan doğruya bir hissi vatanperverane ile ve bir hissi hakikiî millî ile değil, benim kanaatımca belki kendilerine para veren, kendilerini himaye eden ve bunlara ehemmiyet atfeden Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım teşebbüsatı serseriyanede bulunmuşlardır.’
Bundan bir hafta sonra Mustafa Suphi ve arkadaşları boğazlanıp Karadenize atıldı. O nedenle Mustafa Suphi’ye yapılanları ne Rusya görmemiş ne Enternasyonal bunu değerlendirmemiş değil elbette. Daha sonra Ankara Hükümetinin Mustafa Kemal’in çağrısına uyarak oluşturduğu İçişleri Bakanlığı’na bağlı Türkiye Komünist Fırkası’na da bir diplomatik aparat gözüyle bakmış oldukları için bir dizi teması sürdürmüş olabilirler ama ne o ‘Türkiye Komünist Fırkası’ Komintern’de karşılık buldu ne de varlığını sürdürebildi. Bu çatışmada sınıf gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Kemalist kadro da ona destek veren Anadolu burjuvazisi de esasen komünizmden mesela ABD ya da Britanya hükümetleri kadar nefret ediyorlardı. SSCB için Türkiye’nin İngiltere’nin hegemonyasından çıkacak olması bir kazançtı. Türkiye’yi yönetenler açısından da SSCB’nin Britanya, Yunanistan, Fransa, İtalya işgaline karşı mücadelede kendilerine destek vermesi bir kazançtı. İçişlerine karışmama şartıyla anlaşıldı. Ne yazık ki bunun karşılığı Türkiye’de komünistlerin 1920’lerin ortalarından başlayarak hapishaneleri mesken edinmeleriyle sonuçlandı. Sovyetler ile Türkiye arasında 1925’te imzalanan dostluk ve saldırmazlık anlaşması 20 yıl için de olsa olsa Türkiye’nin kaynaklarını silahlı kuvvetler değil iktisadi yatırımlar için yönlendirmesini sağladı. Büyük karayolları, demiryolları, tekstil, şeker üretimi için yapılan yatırımlara Rusya’nın sağladığı destekler önemliydi. Hiç kaynak sağlamasa da çatışmasızlık hali özellikle doğu cephesindeki çatışmaların Ermenistan’da Sovyet idaresinin kurulmasıyla sona erdirilmesi cumhuriyet rejiminin iç ve dış sorunlarını hafifleten önemli kazançlardı. Kemalist kadro bildiğimiz burjuva cumhuriyetini otoriter yöntemlerle yukarıdan aşağıya inşa hedefini sürdürdü.
Kaderini tayin hakkı
* 100. yılda yine tarışılan önemli bir başlık var. Lenin’in 1914’te formüle ettiği ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesi. Federe Kürdistan ve Katalonya bağımsızlık referandumu sonrası çok tartışıldı. Çarlık Rusyası içinde çok sayıda ulus varken, bağımsız olurlarsa biz dar alanda kalırız korkusu duyulmuyor. Bugün bazı yorumlarda ‘taktikseldi’ dendi, ya da ’emperyalizm çağında ulusların kaderini tayin hakkı olamaz’ gibi argümanlar kullanıldı…
‘Emperyalizm’ çağının açılışını bize haber veren Lenin’di, bu kavrama politik bağlamını kazandıran da oydu. Dolayısıyla kimsenin Lenin’e emperyalizm dersleri verecek bir durumu olmazsa gerekir. Lenin’in emperyalizm analizinin en önemli unsurlarından biri de emperyalist hegemonyayı oluşturan sömürgeler sisteminin dağıtılmasına el veren bütün milli ayaklanmalar ve bütün devrimci ayaklanmaların kayıtsız koşulsuz desteklenmesi perspektifidir. Bu çok net bir yaklaşımdır Lenin’in mücadele stratejisi bakımından. Rusya Çarlığı’nı çökerten bütün ulusal kurtuluşçu ayaklanmaları hatta 1905’te Rusya’nın Japonya karşısında uğramış olduğu yenilgiyi bile bir devrimci avantaja çevirme bakımından Lenin’le Bolşevikler son derece ilkeli davrandılar. O nedenle hem Rus Çarlığı’nın hegemonya alanındaki bütün milletlerin -buna Türkler, Türkmenler, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler vb. de Letonya, Estonya, Litvanya, Ermenistan, Gürcistan dahildir- Çarlığa karşı bütün ayaklanmalarını ve bağımsızlık arzularını kayıtsız koşulsuz desteklediler. Bunların gönüllü olarak yeniden bir araya gelip Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturmalarıyla Çarlık Rusyası’nın dağıtılması tam bir tarihsel karşıtlık oluşturur. Bu ayaklanmalar Çarlık Rusyası’nı, halklar hapisanesini dağıtırken bir dünya devrimini tetikliyordu. Onların ortaya çıkardığı devrimci yönetimler bir araya gelerek dünya devrimi için bir kale, bir müstahkem mevki oluşturuyordu. Bir ikisi dışında eski Rus Çarlığı hakimiyetindeki halkların hepsi esasen büyük çoğunluklarla bu yeni Sovyet ortaklığını destekleme yoluna girdiler. Devrimden sonra ortaya çıkan iç savaş, iç savaşta ortaya çıkan cepheleşmeler daha çok bir sınıf karşıtlığının yansımasıydı bir milli çatışmadan ziyade. Gene de özellikle Gürcistan’ın Sovyet idaresine katılmasında Büyük Rus milliyetçiliğinin hortladığına dair Lenin’in eleştirilerini not etmek gerekir. Ama sonuçta iç savaş bittiğinde Rusya’yı oluşturan halklar Sovyet idaresi altında kendi ana dillerini, kendi kültürlerini, kendi meclislerini kendi hükümetlerini kendi iç siyasi düzenlerini kendi tarih ve coğrafyalarının özelliklerini de yansıtacak şekilde kurdular ve bir merkezi hükümet çevresinde ortaklaştırdıkları bir siyasi düzeni gönüllü olarak benimsediler. Öyle olmasaydı zaten 2. Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Nazi istilası altında dağılmış olması gerekirdi ama Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Leningrad’a, Stalingrad’a, Moskova’ya kadar dayanan işgal hareketi kendisini korudu. O nedenle zamanın testinden geçtiğini söyleyebiliriz. İkinci tartışma; bugün de bu ilke ile ilerlenebilir mi? Evet bugün de milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi aynen geçerli. Bunu izleyecek diğer sorular birinci soruya olumlu karşılık verdikten sonra anlamlı olabilir. Yani, bu hakkın gerçekleşmesinin koşulları, bunu talep eden milletlerin, uluslararası durum ve kendisine karşı mücadele ettikleri egemenlik rejimi bağlamında bu hakkın gerçekleşmesini yerli yerine oturtabiliyorlar mı, bundan anlamlı bir sonuç alabiliyorlar mı alamıyorlar mı meselesi… Hemen bugünün pratik gündemine bakarsak: ‘Kürdistan’da referandum hak mıydı?’ Haktı. Ne var ki, bu referandumdan elde edilen kararı realize etmeye gelince işte orda bu hakkınızı kullanmanızı başkalarının insafına bırakamazsınız. Buraya kadar geldiğiniz yolu karardan sonra da kat edebileceğiniz koşullar var mı yok mu? Bu analiz bu kararı alan millete ait bir mesele. Katalonya için de, Güney Kürdistan için de İskoçya için de başka yerler için de böyle. Teorik olarak bugün Amerika Birleşik Devletleri’ni oluşturan eyaletlerin ya da Rusya Federasyonu’nu oluşturan cumhuriyetlerin de pekala ayrılma hakkı olabilir. Ama bu hakkı kullanıp kullanmamak o halklara ait bir mesele.
İspanya burjuva devleti değil mi?
* İskoçya ya da 303 yıldır işgal altındaki Katalonya’da burjuvazi sürüklüyor diye itirazlar oldu….
Milletin öncülüğünü burjuvazi yapıyor ve sen devrimci olarak bundan hoşnut değilsen önderliği ele alacaksın. Finlandiya örneği böyledir. Finlandiya devrimcilerin SSCB’ye katılma çağrısına ayak uydurmayınca, Lenin ve Halk Komiserleri heyeti Kızıl Ordu’nun Finlandiya’dan çekilmesi ve Finlandiya’nın bağımsızlığının tanınması kararını gene milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesine dayandırdı. Katalonya’ya dönersek deniyor ki, ‘zengin Katalonya burjuvazisi yoksul İspanya’dan kurtulmak istiyor!’ İyi de o İspanya bir proleter devleti mi, meşruti monarşiyle yönetilen bir burjuva devleti değil mi?
Devrimci düşünceyi Marx’ın, Lenin’in bıraktığı yerden bir adım ileriye taşımamız gerekiyor. Lenin artık bizim için düşünemez ama biz onun verdiklerinin üstüne ekleyebiliriz. Acaba bir Kürdistan-Türkiye devriminin eşiğine gelir miyiz? Bu bizim için bir maksimum hedef.
Katalanlar ayrılmak istiyor. Nereden ayrılmak istiyor? İspanya burjuva devletinden. Bizim bu ihtilafta İspanya burjuvazisinin tarafını tutmak için ne gibi bir nedenimiz olabilir? Olsa olsa makul bir neden şu olabilir: Bizim İspanya devletiyle sermaye eksenli ilişkilerimiz vardır. Avrupa Birliği’nin tahkim edilmesini arzu ediyoruzdur. O yüzden bundan hoşlanmayız. Bu makul. Ama bizim için yani, yoksullar ezilenler, dışlananlar, inkar ve ihmal edilenler için böyle bir sebep yok. Bizim için mesele şudur: Katalonya’nın kendi kaderini tayin hakkı esastır. Fakat biliriz ki, bu bize ikram edilmez, bu Katalanlara ikram edilmez. Bu mücadeleyi kendine, Katalonya’nın geleceğine zarar vermeden sonuçlandırmak Katalonya halkının ve yönetici güçlerinin bileceği bir meseledir. Burada bir sınıf mücadelesi de söz konusudur. Katalonya’da ezilenler, yoksullar yani büyük çoğunluk burjuvazinin öne atılma iddialarını yersiz de bulabilirler. Bu Katalonya’nın yapacağı bir tartışmadır. Tıpkı Kürdistan’da olduğu gibi. Kürdistan’da devrimciler referandum gündeme geldiğinde dediler ki ‘Bu referandum yersiz ve zamanız. Sonuna kadar götürülemez bu önderlik tarafından. Beklenen şartların hiçbirisi yok. Sürdürülemeyecek. Ama biz bu hakkın hak olduğunu teslim ediyoruz. Referandum hakkını onlar savunmazsa biz savunacağız.’ Bence bundan daha düzgün bir tavır olamazdı. Şimdi bunun bütün sonuçları ortaya çıktıktan sonra artık devrimciler şöyle demekle de yetinemez. ‘E, tamam biz haklı çıktık.’ Peki haklı çıktınız. Günün sorusu şu: Bağdat’ın yıkıcı tahakkümü karşısında nasıl bir yeni ittifak arıyoruz. Bunların yollarının açılması gerekiyor. Türkçe’ye tercüme, ‘Türkiye Kürtleri’nin aklına karpuz kabuğu düşürülmesin’ demek oluyor. Katalonya o yüzden bizim gündemimizde başka yerlerde olduğundan daha geniş olarak tartışma konusu oluyor. Lenin kaderini tayin hakkı tertışmasını güzel bir örnekle açıklar ve der ki, ‘Boşanma hakkı mutlak bir haktır. Ama boşanma hakkı olduğu için herkesin yarın boşanması gerekmez.’ Boşanma hakkını kullanmanın meşru koşulları olduğunda zaten evlilik çökmektedir.
Lenin bürokrasiden acı acı yakınıyordu
* Ekim Devimi kasırgası Çin’de devam etti. Sonra Küba, Vietnam geldi. Sizin de içinde olduğunuz 68 kuşağının Fransa’da başlatıp dünyaya yaydığı devrimsel süreç gelişti. Nikaragua devimi sonrası duruyor. Reagan ve Thatcher’ın başını çektiği vahşi kapitalizm yaşanıyor. Yoksulluk artmasına, iç savaşlar, bölgesel savaşlar artmasına, Rohingyalıların göçleri, Ortadoğu’daki göçler olmasına rağmen devrim sinerjisi yok. Rojava devimine kadar yok..
Devrimin nerede, ne zaman ve nasıl olacağı hakkında bir kehanette bulunamıyoruz. Daima devrimin güncel olduğunu, buna hazır olmamız ve bunun için çalışmamız lazım geldiğini bilmemiz yeter. Şimdi dönüp, koşulları değerlendirdiğinizde gerek Rusya’da gerek Çin’de devrimler sözcüğün teknik anlamında ‘modern burjuva değişimler’i tamamladı. Yani herkes için yaygın eğitim, iş gününün sınırlanması, yaygın sağlık hakkı, dinin siyasal yaşamın dışına çıkarılması, kadınların eşitliği vb. hızla gerçekleşti. Ancak bu değişimler otomatik olarak işçi hakimiyetini besleyen süreçler olarak gerçekleşmedi. Tersine statüko güçlendi, parti içinde ve kamu yaşamında çoğulculuk ve demokrasi sönükleşti. Bu da Rusya’da ve Çin’de toplumsal devrimin duraksaması hatta geri düşmesine yol açtı. Bunun da dünya çapındaki etkileri yıkıcı oldu. Kapitalist rejim karşısında kazanılmış olan ilk büyük devrimler bir dünya devrimini beslemedikçe kendileri de ayakta duramadılar. Ben bu çözülüşte en büyük payın bu devrimlerin uluslararası bir kurtuluş perspektifi olarak sosyalizmi sürdürmekte gösterdikleri zaaflardan kaynaklandığı kanısındayım. Yani Lenin dönemindeki ‘Rus devrimi aslında bir dünya devriminin ilk halkasıdır’ perspektifinin yerini kendi içine kapanmış, ‘Rusya’da komünizmi kurmak’, ‘Çin’de komünizmi kurmak’ hedefi aldı. Dünyanın geri kalanında komünizmin gidişatının ne olacağına dair tasa Rusya ve Çin hükümetlerinin gündeminden düştü.
Basit bir örnek versem: ‘Ankara’da bir devrim gerçekleştirdik. Fakat Amed’de bir devrim olup olmadığı bizi ilgilendirmez kardeşim. Biz, Ankara’da İstanbul’da hayatlarımızı iyileştirmeye bakalım Amed de kendi başının çaresine baksın’ dediğimiz zaman Amed’in devrimici hareketinin bizim bu devrimi gerçekleştirmemiz bakımından yaratmış olduğu bütün etkileri teşekkür ederek almış, fakat bizden beklenen katkıları Amed’e geri vermemiş olacağımız gibidir bu. Çin ve Rusya’da devrim yaşasın diye dünya solunun, dünya devrimci hareketlerinin muazzam fedakarlıklarının tarihsel olarak karşılık bulup bulmaması bu devrimlerin bir dünya devrimi perspektifine bağlı kalıp kalmamasıyla ilgiliydi.
Şimdi bütün dünyada devrimi yeniden düşüneceğiz. Dolayısıyla 60’larda olduğu gibi Rusya ve Çin elde bir değil artık. O yüzden dünyanın bütün koşullarına bakmamız lazım. Ben en sağlam eleştirinin Fidel Castro’dan geldiğini düşünüyorum. 1966 1 Mayıs’ında bu tartışma dünya solunu yeniden yararken yaptığı konuşmada Rusya’yı kastederek şöyle diyor: ‘Komünizm ve sosyalizm bir bakıma birbirleriyle paralel bir biçimde kurulmalıdır. Kendine göre bir süreç icat etmek ve ‘şuraya kadar sosyalizmi kuruyoruz, şu noktadan sonraysa komünizmi kuruyoruz’ demek büyük bir hata olabilir. Çünkü hedeflerimize erişme hırsı içinde komünist insanın gelişim ve oluşumunu ihmal etmememiz ya da tehlikeye atmamamız gerektiği açıktır. Bazı ülkelerde komünizmin inşa edilmiş olduğundan söz ediliyor; dahası, bir ülke komünizmi kurmaya hazır olduğunu ilan ettiğinde bütün komünist partiler bunu hep bir ağızdan onayladılar.
Ancak, biz alçakgönüllülüğü elden bırakmaksızın, önce şunun bir kere daha gözden geçirilip cevaplanması gerektiğini düşünüyoruz. Sanayileşmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler, yüksek emek üretkenliğine erişmiş ülkelerle emek üretkenliğinden yoksun ülkeler halinde bölünmüş bir dünyada, üretici güçler ve teknoloji ilkin dünyanın geri kalmış ülkelerinde geliştirilmeksizin herhangi bir ulus tek ülkede komünizmin kurulmasına kalkışabilir mi? Ben sosyalizmin tek ülkede kurulabileceğine, komünizmin de belli bir dereceye kadar kurulabileceğine inanıyorum. Ama bir mutlak bolluk formülü olarak komünizm -bu istenmiş ya da kastedilmiş olmasa bile- gelecek yıllarda kendilerini inanılmaz yoksulluktaki ülkelerle ticaret ve pazarlık yaparken bulmaları tehlikesini göze almaksızın tek bir ülkede kurulamaz. Çevremizde, bizim devrim yaptığımız bir çağda, devrim yapma fırsatına ya da talihine sahip olamadıkları için önümüzdeki on yıl içinde bugünden daha büyük bir sefalete mahkûm insanlar yaşamaya devam ederken nasıl olur da biz komünizmin yarattığı bu süper bolluk içinde yaşayabiliriz? Yoksul, azgelişmiş bir ülke olarak bugünkü görevimiz kendimizi yoksulluk ve sefaletten kurtarmaktır. Ancak, gelecekte başka ülkelerin hâlâ yardımımıza ihtiyacı varken büyük bir refahı hayal etmememiz gerekir. Şimdiden çocuklarımızı öyle yetiştirmeliyiz ki, bütün acil ihtiyaçlarımız karşılandığında, hedefimiz bolluğun ötesine geçsin, başlıca idealimiz ve görevimiz geride kalmış olanlara yardım etmek olmalıdır.’
Bence bu hepimizin önünü aydınlatan bir eleştiri. Duraksama dediğim Fidel’in eleştirdiği bu tutum, bencil kendi içine kapanış. ‘Ben Rusya’da komünizmi artık kuruyorum kardeşim’ dediğin zaman dünyanın diğer halklarının mücadeleleriyle ahlaken bile ilgilenmeyebilirsin. Doğrusu Rusya kendisiyle ittifak halindeki partilere yardımda bulunmadı değil. Fakat Rusya Çin devriminden sonra -ki Çin devrimi sırasında da Sovyetler Birliği ve Komintern ile Çin Komünistleri arasında pek çok ihtilaf oldu- hiçbir yerde devrim olsun diye parmağını oynatmadığı gibi Rusya’ya yakın partilerin hepsi sonuç olarak hemen her yerde ‘barış içinde birlikte yaşama’ ilkesinin uzantısı olarak ‘ulusal uzlaşı’ perspektifini savuna geldiler. Böyle olunca kapitalizm bundan çok avantajlı çıktı.
Lenin ‘İşçi sınıfımız iktidarı ele geçirdi ama Çarlıktan arta kalan bürokrasi de bizim işçi devletimizi ele geçirdi. Biz aslında Rus Çarlık bürokrasinin makinasını yağlamaktan başka birşey yapmıyoruz.’ diye acı acı yakınıyordu. Sovyetlerin birer karar organı olmaktan çıkmasından ve özellikle her mahallede insanların yönetime katıldığı halk hareketi dönemi sona erip yetkilerin birer bire merkezi kurullara devredilmesinden sonraki dönemde bürokrasinin iyice canlandığın söyleyebiliriz. Bürokrasinin ortadan kaldırılabilmesinin önemli iki şartı var. Birincisi muazzam bir teknik-tekonolojik gelişme. İkincisi muazzam bir özgürlük kapasitesi. Bu ikisi bir arada işlemedikten sonra maalesef bürokrasi kendini yeniden inşa ediyor.
Bizim solcular gibi düşünmüyorlar
* Uzak gerilla mücadeleleri coşkuyla karşılanır, yayınlarda, demeçlerde görülür. Ama yanıbaşında Kürtler sözkonusu olunca başka bir damar ortaya çıkıyor…
Derler ya ‘Su-i misal emsal olmasın’, yani kötü örnek örnek olmasın. Bu kimilerinin gözünde kötü örnek haline geliyor. Çünkü meseleyi bu argümanla tartışan arkadaşlarımız diyorlar ki ‘Katalonya’da biz ayrılma hakkını destekleyemeyiz. Çünkü zengin Katalanlar yoksul İspanyollardan ayrılmak istiyorlar. Bir kere, Katalonya’da kişi başına düşen gelir bölgesel olarak İspanya’nın geri kalanından nispeten yüksek ve Katalonya nispeten daha çok gelişmiş olabilir ama, İspanya Krallığı’nın, Katalonya özerk bölgesinden daha fakir olduğu iddiası bir fıkra gibi. Orası hakim devletin egemenliği altında ve Katalonya’nın gücü bu egemenlikten çıkmaya yetmiyor. İkinci mesele şu: İspanya solu ve Katalonya solu bizim ‘solcular’ gibi düşünmüyorlar. Onlar diyorlar ki ‘referandum demokratik bir haktır.’ Emperyalizm tartışması aynı zamanda bir demokrasi tartışmasıdır. Bağımsızlık hak mı değil mi? Haksa o zaman bunun halka sorulması, halktan cevabının istenmesi haktır. Referandumda öbür tezi destekleyebilirsiniz. Ama İspanya ve Katalonya solu da Türkiye’deki bazı arkadaşlar gibi düşünmediler. Referandumun sonuçlarına dair ne düşünürlerse düşünsünler, Katalonya’nın kendi kaderini tartışma hakkının mutlaklığında birleştiler. Esasen Türkiye’de Katalonya’daki referanduma karşı çıkanlar, genel olarak Kürdistan’da demokratik özerklik tezine de karşı çıkıyorlar.
Kürtlerin devrimini havsalaları almıyor
* Kürtler sürekli meydan okurken, sürekli isyan halindeyken belli bir projeksiyon, strateji da ortaya koydular. Rojava’da pratiğe geçirdiler Sonuçlarını da Rojava’da aldılar… Örneğin Ortadoğu’da 22 Eylül’de ilk yaşandı ve komün seçimleri yapıldı. Türkiye solu neden böyle bir sıçrama gerçekleştiremedi, eksik olan ne?
Doğru. Ben bunu farklılık diye okumaktan yanayım. Devrimci enerjinin, devrimci koşulların, baş eğmeyen kararlı öncünün ve onun halkla kurmuş olduğu ortaklığın çok büyük önemi var. Geçmişe bakarsak örneğin 1960-80 arasında Türkiye’nin batısında da böyle derin bir çalkantının oluşmuş olduğunu görürüz. Bunun devam etmiyor olması konuştuğumuz gibi koşullarla ilgilidir. Bir iktidar boşluğu, Başur veya Rojava’da olduğu gibi bir boşluk Türkiye’nin batısında maalesef hiç teşekkül etmedi. Rojava’da ve Başur’da gerçekleşen kazanımlar açısından bir iktidar boşluğunun doğduğu anı değerlendirilebilecek şekilde örgütlenmiş ve halklarıyla doğrudan ilişki haline girmiş ve gerekli mücadele için dişinden tırnağına kadar kendisini donatmış bir yapının ne kadar önemli olduğunu görüyorum. Bu tıpkı Rusya’da devrimin olup da Almanya’da ve Fransa’da olmaması gibi. Bizim de bu bağlamda olan biteni anlamlandırmamız ve olan bitenden sonuç çıkarmamız lazım. Mesela batının bütün tarihsel akla sahip devrimcileri -örneğin Antonio Gramsci- Rus devriminde yeni olanın ve içerilmesi gerekenin ne olduğunu gördüler.
Bence Türkiye’de, yani Kürdistan’ın batısında; gerçekleşen değişimleri anlamlandırmakta güçlük çekenlerin sorunu Kürd’ün deneyimini kendi deneyiminden daha değerli yada eşdeğer görmemekte. Kendi belirleyiciliğine biçilmiş muazzam güven. ‘Ben yapmayınca devrim olmuyor, ya da ben yapmamışsam olan devrim değildir’ diye düşünüyor. En büyük açmaz her türden devrimci dönüşümün ‘senin’ devriminin de bir imkanı olduğunun havsalana sığmamasıyla ilgili. Bu deneyimin içerilmesinin önüne, öte yandan çok fazla bariyer kondu.
Yenilgi dönemlerinde ortaya çıkan milliyetçi önyargılar, devlet kontrolü, sermayenin medyanın, üniversitenin yarattığı kuşatmalar Türkiye’de fikri üretimle meşgul olanları bu deneyim alanına girmekten alıkoydu. Türkiye’de bir kıyaslayın, Rus devrimi ya da İran devrimi üzerine yapılmış olan araştırmaların Kürt devrimi, Kürdistan devrimi üzerine yapılmış olanlardan 10 kat 20 kat fazla olduğunu göreceksiniz. Burada bir bariyer var. Fikri üretimin merkezlerinde akıl buraya bakmıyorsa, bu deneyimin kamusal alandan kitlelere doğru indirilmesi çok güç. Maalesef devlet burada bir adım önde gitti. Bariyerleri ördü ve korkuttu insanları. Ben bunun bu deneyimi doğru algılamanın önündeki en önemli engeller arasında olduğunu düşünüyorum. Yabana da gitmiyor. Bugün gerek kadın hareketi gerek ekoloji hareketi gerek özgürlük mücadelesi Kürdistan devrimci deneyimiyle çok fazla entellektüel bağ kurdu ve bu netice olarak bir partiye yani HDP’ye bile dönüştü. Burada da güçlü bir sol damar var, Kürdistan solu da burda Türkiye solu da burada. Ama her zaman her yerde sol öbek öbek.
* Katalonya referandumu sırasında gazeteciler oylamaya gidenlerden ‘Katalonya’ya YPG’yi mi çağırsak’ esprisi yapıyor.
Bakın açık olarak konuşulmuyor ama, IŞİD saldırıları doruğuna vardığı dönemde Türkiye’de hem laik kesimlerde hem özgürlükçü kesimlerde, hem Alevi kesimlerde şu duygu egemendi: ‘Kürtler olmasa IŞİD bizi burada da kesecek.’ İkinci Dünya Savaşı’nın en kötü günlerinde Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok sevilen kişi Stalin’di. ABD başkanı değildi. Çünkü Hitler’in ilerleyişini durduran, onları önüne katıp kovalayan orduların komutanı oydu. İnsanlar hep öyle bakarlar. O nedenle Rojava’da olanlar Türkiye’de anlaşılmıyor, hissedilmiyor değil. Bunlar görülüyor fakat bunlar meşru bir biçimde toplumsal gündeme taşınamıyor. Bu olumlu etkileri devlet çelmek istiyor. Lenin ‘Ne Yapmalı’yı yazdıktan sadece 15 yıl sonra devrimin başındaydı. Mahir’in Kesintisiz Devrim’i yazmasının üstünden nerdeyse 50 yıl geçti. Ama olmamış devrimimiz hakkında konuşuyoruz. Büyük sıkıntılar, bizi dara sokan dar görüşlülüklerle başa çıkarak önümüzü açmaya devam etmeliyiz. Halkların Demokratik Partisi’ni kurmakla bir Bolşevik Partisi kurmadık ama sonuçta Bolşevikler Türkiye’ye baksalar, ‘olsa ne iyi olurdu’ dedikleri bir partiyi kurabildik. Bu bir sinerji yarattı. Karşılığı var, insanların kalbindeki teli titrettik.
Siyasetleri zıvanadan çıkmış
* Rojava kantonları özerkliği aştı federasyon aşamasına geldi. Konfederal sistem tartışılıyor. Aynız amanda Türkiye, Irak, İran itifakı ile Fırat Kalkanı, İdlibê asker göndedi. İran-Haşdi Şabi Kerkük’ü işgal etti. Tablo, Türkiye nereye sürükleniyor?
Egemen devletlerden hiçbiri Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesi fikrine şartlar onları buna mecbur etmedikçe razı olmayacaklar. Havsalaları öyle değil. Ne Türkiye, ne Suriye ne İran böyle. Irak devlet geleneği olmadığı için böyle muazzam refleksleri yok ama o da olduğu kadarıyla öyle. İran, Suriye ve Türkiye, Irak’a yönelik olarak da büyük bir basınç uyguladıkları için bunun neticelerini yaşıyoruz. Sahadaki realite çerçevesinde, Kürtlerin özellikle Rojava’da hem uluslararası koşulları doğru değerlendirerek hem de canlarını dişlerine takarak yaratmış oldukları sonuçların Suriye Arapları, Suriye’deki diğer halklar ve Suriye’deki yönetimde meşruiyet zemininde kendine muhatap bulması gerekiyor. Bu yapıların yaşar kalması için yerel ve uluslararası bağlamda kendisine bir hukuk yaratması gerekir. Tarlalar ekilecek, biçilecek, fabrikalar çalışacak, çocuklar okullara gidecekler, hastaneler çalışacak, nüfus çoğalacak, kentler imar edilecek. Bütün bunlar için barışa ihtiyaç var. Daimi bir iç savaş içinde yaşanamayacağına göre diğer halklarla, Lazkiye ve Şam’da Arapların sözcüsü olan Baas düzeniyle bir ortaklık zemini bulmak gerekecek. Gördüğüm kadarıyla uluslararası koşullar böyle bir mutabakata ulaşmak için elverişli. İran’ın böyle bir özerk yönetime yıkıcı müdahalede bulunması için sebep de yok, mesafe de çok uzak. Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri fıtratları gereği federal rejimlere yatkınlar. Devlet zihniyetleri Türk devlet zihniyetindeki gibi tekçi ve merkezci değil. Suriye’de de gördüğüm kadarıyla bu yönde işaretler belirdi. IŞİD savaşından sonra Suriye’de bir Kürt-Arap çatışması ihtimalini zayıf görüyorum. PYD ve YPG’nin de buna fırsat vermeyeceğini düşünüyorum. Rojava’da bir tek ‘Kürt milli kantonu’, ya da daha alt yönetim yok. Hepsini ortaklaşa yönetiyorlar öteki halklarla beraber.
Bugün de Lenin’in milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi aynen geçerli. Türkiye’de Katalonya’daki referanduma karşı çıkanlar, genel olarak Kürdistan’da demokratik özerklik tezine de karşı çıkıyorlar.
Türkiye egemenleri çözüm süreci boyunca da şunu gördüler ki; eğer Kürtlerle eşit haklı bir ilişki kuracak olurlarsa hakimiyeti de paylaşmış olacaklarını gördüler ve titrediler. Onlar hakimiyetin bölüşülemez olduğunu ön yargısıyla dolular. Erdoğan ve müttefikleri özellikle Türkiye Kürdistanı’nda meseleyi çözemedikleri için Rojava’da ve Güney’de de meseleyi çözemiyorlar. Gözümüzün önünde oldu her şey: Kuzey ve Batı arasına duvar ördüler. Bu, şu demek: ‘Ben bu meseleyi çözemem.’ Duvarla bunu itiraf etti ve çözüme kapıları kapattı. Duvarlar yıkılmaz mı, yıkılır. Fakat bu Türkiye’yi yönetenlerden çok, yönetilenlerin bu sürece dahil olmasıyla ilgili. HDP bu açıdan önemli bir kanal hala. Sonuç olarak diyeceğim şudur: Türkiye rejimi kendi egemenlik alanındaki Kürt meselesini çözmenin Kürdistan’ın tamamını işgalden geçtiğini düşünecek kadar zıvanadan çıkmış durumda. Kerkük’e, Musul’a kadar girmek, öbür taraftan Efrin’e, Kobane’ye müdahale etmek isteğine ve konseptine bağlanmış!
* Parantez açarak sorayım. YPG’nin ittifakları çok eleştiriliyor. Ekim Devrimi, Çin devrimi, Vietnam gibi devrimler döneminde böyle taktiksel ittifaklar yok mu?
Biz başından beri bunu konuşuyoruz. Bir devrimci gücün ABD ile askeri ittifak içine girmesi nadir bir durum olarak görülebilir ama, İkinci Dünya Savaşı’nda, ABD ile Sovyetler Birliği Almanya ve İtalya’ya karşı açık bir ittifak halindeydiler. Savaş böylelikle kazanıldı ve Nazizm böyle yenildi. Çin devrimi ABD ile Japonya işgaline karşı ittifak kurdu. Ama bu emperyalist devletlerle kurulan ittifaklar savaşın kendi doğasıyla sınırlıydı. Bu anlamda ABD ile askeri bir ittifak kurmak Kürt özgürlük güçlerinin toplumsal ve siyasal tabiatları ve geleceklerine dair kalıcı işaretler vermiyor. Rakka’da ve Rojava’da kurulmuş olan ittifakın esasen askeri amaçlı olduğunu ve bundan daha ileriye gittiğini düşünmüyorum. Zaten ABD’nin askeri teorisyenleri de muhafazakar ideologları da “IŞİD’e karşı ittifak halindeyiz ama PYD’nin komünalizme ilişkin vurguları ilerde başımızı çok ağrıtacak” diye pek çok defa söylediler. Suriye’de gerçekleşen bu askeri taktik ittifakın Rojava ya da kuzey Suriye Federasyonu’nun ekonomik politik yönelimine doğrudan bir etkisi yok. Rakka’da Öcalan’ın posterleri açılınca ABD derhal tutum takındı.
Mesela Finlandiya’daki Sovyet müdahalesine son verilmesi düşünülebilir. Finlandiya Ekim Devrimi öncesinde Çarlık toprakları içindeydi. Çarlığın yıkılmasıyla başlayan bağımsızlık hareketi Finlandiya’yı kızıl ve beyaz olarak ikiye ayırdığında Kızıl Ordu Finlandiya’ya girerek devrime destek vermeye kalkıştı. Fakat bu müdahale çok kanlı bir çatışmaya dönüşünce Lenin ve Bolşevik idaresi Kızıl Ordu’yu Finlandiya’dan geri çekmeye karar verdi. Bu o zaman tartışılan konulardan biriydi. Çekilerek Finlandiya’yı emperyalist hegemonyaya terk etmek veya kalarak zorla Sovyet idaresi dayatmak mı doğruydu diye Bolşevikler arasında uzun süren bir tartışma konusu oldu bu. Onun dışında Doğu Avrupa’daki devrimlerde Rus komünistlerinin önemli katkıları oldu.
Putin tahkim ve sıkıntı yaratıyor
* Bakanlar ilk kez açıkça savunma bütçesi için vergi artırdıklarını söylediler. Bu ekonomik olarak da siyasi olarak da daha fazla yürüyebilir mi. Çok şey Rusya ile beraber yapılıyor, Putin ile nereye kadar gidilebilir?
Ben Rusya’nın Erdoğan rejimini tahkime fırsat verdiğini, Erdoğan’ı, ABD etkisinden uzaklaştırabilmek için vermesi mümkün olan herşeyi verme tutumunu benimsediğini görüyorum. Bunun Türkiye’de ve diğer Kürdistan parçalarında çözümden çok sıkıntı yaratacağını düşünüyorum ve yaratıyor da. Fakat Rusya ile Türkiye arasındaki bu sıcak gibi görünen ilişkinin kalıcı olacağı kanaatinde değilim Türkiye ABD ile nispeten uzaklaşsa da bir bütün olarak dünya ile kurduğu ilişki batı veya strateji uzmanlarının tabiriyle ‘Atlantik’ eksenli. Buradan hızla koparak Rusya’ya ve Avrasya’ya doğru dönenecek kadar manevra kapasitesi ve zemini yok. Bunun da ötesinde Rusya’nın bu yönde çok ciddi bir talebi de yok. Çünkü Ankara’yı ‘Avrasya’ya taşımak Orta Asya Cumhuriyetleri’ne yönelik bir nüfuz alanını kendi elleriyle açmak sonucunu verebilir ki, bu cömert ikram için bir sebep görünmüyor. Sınırlı bir alış veriştir. Ne var ki bu kadarı bile Erdoğan rejimini Kürtler ve diğer ezilenler karşısında daha cesaretli kılıyor. O nedenle ben Rojava’daki Kürt siyasetinin özellikle Rusya’ya en çok bunu anlatması gerektiğini düşünüyorum.
Mesela Türkiye’nin S-400’lere niye ihtiyacı var? Bu silahların mukabili bölgede başka kimde var. Olsa olsa Rusya’da ve İran’da var. Bu Türkiye ile Rusya ile kalıcı bağlar kuruluyor izlenimi yaratmak ve ABD ile rehine pazarlığında el yükseltmek için girişilmiş bir manevra. Rusya da bulmuş ne verse alan müşteriyi, silahlarını satıyorlar. Erdoğan, kamu oyunu ikna edebilmek için anlaşmada olmadığı halde tutturdu ‘bu silahların üretim teknolojisini ve üretim bilgilerini de istiyoruz’ diye. Onlar da dediler ki, ‘Hayır onu satmıyoruz!’ O zaman parayı sokağa atıyorsun demek oluyor bu. Oysa eski rakipleriyle dost oldular, bölgesel rekabetin de bu silahları edinmenin de bir anlamı kalmadı. Bu bir deli saçması. Oysa bu bölgeden herkes geçip gidecek halklar burada kalacak. Kürtler buradalar, Araplar buradalar, Acemler, Türkler de burada. Dolayısıyla her türlü sorunun çözümü için halklar arasında ortaklık ve dayanışma en önemli çıkış noktası. Kürtler bunu ispat etmek için çok önemli işler yaptılar. Yeniden barışçıl bir dönemin kapısını açabilirsek bu çıkmazdan kurtuluruz, ortaklığın kurucu rol oynadığı bir duruma geliriz. Acaba bir Kürdistan-Türkiye devriminin eşiğine gelir miyiz? Bu bizim için bir maksimum hedef.
Hegel, Weber ve Fukuyama yanılsaması
* Düşün dünyasında etkili olan isimlerden, 1789 Fransız Devrimi döneminde yaşamasına rağmen Hegel, tarihsel dönüşümü okuyamıyor ve devleti kutsuyor, Prusya monarşisini tarihin en yüksek evresi olarak görüyor. 19. yüzyılda Max Weber devleti yöneten otoriteye yönetilenlerin biatının esas olması gerektiğini savunuyor. Sovyetler çökünce de büyük coşkuyla Francis Fukuyama 1992’de Tarihin Sonu’nu ilan ediyor. Bu bağlamda dünya bugün nerede ve çıkış yolu nerde?
Fukuyama sadece 10 yıl sonra teorilerini inkar etmek zorunda kaldı. Milli devletin başta gelen savunucularından biri haline geldi. Oysa Fukuyama devletin kamusal işlevlerinin piyasaya devredilmesinin en önemli savunucularından birisiydi, sonunda sıfır devletten mutlak devlete dönerek dediğini yalamak zorunda kaldı. Hakikatte devlete dair özgürlükçü bir yaklaşım ancak devletin temsil ettiği hakimiyet sisteminin mağdurlarının özlemlerinin tercümanı olan düşünürlerce ifade edilebilir. Weber öyle düşündü, Hegel böyle düşündü, ama nihayetinde aynı soruya Marx’ın, Lenin’in, Gramsci’nin Lukacs’ın verdiği yanıtlar da var. Bir dönem için bu yanıtlar realize de edildi. Şimdi bizim için en önemli mesele yaşadığımız deneyimlere büyük tarih açısından bakabilmek. Şöyle söyleyeyebilirim: Einstein’ın görellik teorisinin doğruluğu ya da yanlışlığına dair pek çok kanıt teorinin ortaya atılmasından on yıllar sonra sadece bir an için test edilebilen olgular sayesinde doğrulandı Aynı şekilde toplum ve tarih teorisi bahsinde Marx’ın ve Lenin’in tezlerinin dünya tarihinin gidişi tarafından doğrulanmış olup olmadığını tarihin sınavından geçmiş eylemler içinden okuyabiliriz.
Türkiye’de, Kürdistan’ın batısındakilerin gerçekleşen değişimleri anlamlandırmakta güçlük çekenlerin sorunu Kürd’ün deneyimini kendi deneyiminden daha değerli ya da eşdeğer görmemekte. En büyük açmaz her türden devrimci dönüşümün ‘senin’ devriminin de bir imkanı olduğunun havsalana sığmamasıyla ilgili. Devlet kontrolü, sermayenin, medyanın, üniversitenin yarattığı kuşatmalar Türkiye’de fikri üretimle meşgul olanları bu deneyim alanına girmekten alıkoydu. Rus devrimi ya da İran devrimi üzerine yapılmış olan araştırmaların Kürt devrimi, Kürdistan devrimi üzerine yapılmış olanlardan 10 kat 20 kat fazla olduğunu göreceksiniz.
Evet Paris Komünü sadece 72 gün yaşadı ama tıpkı çeşitli kuantum deneylerindeki gibi atom altı parçacıklarının hareketinin sadece bir an görünüp kaybolması ama arkasındaki teoriyi doğrulaması gibi, proleteryanın iktidar olma, güç olma ve kendi kendini yönetme kapasitesinin muhteşem bir örneği oldu. Ekim Devrimi de 72 yıl yaşadı. Sonuçta dünyanın en büyük beşinci kapitalist devletinde iktidarın işçiler tarafından devralındı. Kapitalist sınıfın bütün tarihi boyunca gerçekleştiremediği ölçüde kadar büyük iktisadi, siyasal, kültürel, insani dönüşüm -üzerinden iki dünya savaşı, bir iç savaş, bir büyük kıtlık geçmesine rağmen- sadece 72 yıl içinde yaratılmış oldu. O nedenle teorimizin dünyayı belirleyen bir hakikatin ışığı haline gelmemiş olduğunu söyleyemeyiz. Eğer kapitalizm hakkındaki öngörülerimiz bir sosyalist devrimle değiştirilmeyecek olursa, sonunda üzerinde devrim yapılacak bir dünya bile bırakmayacaklar. Küresel iklim krizi, doğanın çöküşe doğru gitmesine yol açan insan müdahalelerinin hepsi esasen kapitalist üretim tarzının ürünü olduğu için, hava alamadığımız, suların istilası altında, yakıcı sıcakla kavrulan bir dünyada bir devrimden konuşmak için çok geç olabilir. O yüzden bence bütün bu koşulları, özellikle ekolojik krizi ciddiyetle düşündüğümüz zaman bir devriminin enternasyonal olmadıkça, sermaye hakimiyetini her yerde yıkmadıkça, nihayetinde insanlığın büyük çoğunluğu karşısında dar bir azınlığın ve bir merkezi aklın çıkarını savunan bir rejim ile başbaşa kaldığımızda payımıza düşen çöküşten başka bir sonuç olmaz. Bugün kapitalizme karşı sadece proleteryanın değil, küresel çöküşe karşı bütün insanlığın birleşerek ayaklanmasını gerektiren koşullarda olduğumuzu idrak etmek gerek. Bu manada devrimci düşünceyi Marx’ın, Lenin’in bıraktığı yerden bir adım ileriye taşımamız gerekiyor. Kapitalizmle bütün insanlık arasındaki çelişkiden konuşmadıkça dönüşümün imkanları hakkında çok az şey söylemiş oluruz.
Devrimci mücadele lokal düzeyde, çatışmalar, savaşlar, iktidar mücadeleleri vs içerecektir. Ama daima ve daima bir devrimi ve bir başarıyı ötekine bağlamayan, ve önündeki engellerle sürekli mücadele etmeyen, milli bencillik, bürokrasi, türcülük, seksizm ve ırkçılıkla eş zamanlı mücadele etmeyen ve bütün bu kevvetlerle ittifak halinde olmayan bir işçi sınıfı stratejisi artık olamaz. Bu çerçevede baktığımızda milli devlet içinde ve bürokratik bir rejim etrafında ezilenlerin iktidar tahkiminin imkansızlığı yenilmiş devrimler tarafından doğrulandı. O yüzden Ekim devrimi başarısıyla da Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle de gelecekte olması gerekenlere dair bize net ipuçları veriyor. O yüzden biz Einstein’ın görellik teorisinin ispatını bir anlık bir ışımada okuyan fizikçinin zihin açıklığı içinde Marx ve Lenin’in teorik yaklaşımlarının kurtuluşa giden yolu aydınlatan büyük ışıklar olduğunu söylüyoruz. Gerçi eldekinin bir adım üstüne çıkmaya mecbur olduğumuzu da görmek zorundayız. Ekim devrimiyle birlikte ortaya çıkan bütün değişimlerle, bütün kazanımlarla ve yaratıcı müktesebatla mutlaka bağ kurmak önemli. Che Guevara zamanında ‘Bizim devrimimiz ancak sosyalist olabilir. Değilse ancak bir devrim karikatürü olacaktır’ derken anlatmak istediği şey buydu. Kıta devrimi peşine düşerken bunları ifade etmeye çalışıyordu. Malasef Lenin artık bizim için düşünemez ama biz onun verdiklerinin üstüne ekleyebiliriz.
Yükselen ırkçı dalgalara karşı
* Avrupa’da ırkçılık yükseliyor. Almanya’da işçi sınıfı, varoşlar AfD gibi ırkçı bir partiye oy verdi, AfD üçüncü parti olarak meclise girdi. Avusturya’da da ırkçı parti FPÖ üçüncü olarak meclise girdi. Ortadoğu’da Selefi, İhvan bazlı yükseliş, Türkiye’de de ırkçı ve mezhepsel bir yükseliş var… Bu neden kaynaklanıyor ve nasıl durdurulabilir?
Aslında I. ve II. Dünya Savaşı öncesinde kitleler neden milliyetçiliğe kaymışlarsa bu kez de aynı sebepten kaydıklarını söyleyebilirim. Liberal rejimlerle kapitalist ekonomi arasındaki organik bağ netice olarak kitlelerin kapitalizme karşı isyanlarıyla eş zamanlı olarak liberalizmin meşruiyet gerekçelerinin de- hukuk devleti, insan hakları, demokrasi, azınlık hakları vb.- birer yalana dönüşmüş olduğu kanaatinin yaygınlaşmasına yol açıyor. Kitleler sermaye hakimiyetine karşı isyanlarını, yoksunluk ve yoksulluklarını her ifadeye giriştiklerinde karşılarında ‘liberal’ hükümetlerin sertlik ve dışlamasıyla karşılaştıklarında en uçtan muhalefet eden sağcı akımlara meylediyorlar. Fransa’da Le Pen’in partisi en çok madenci bölgelerinde güç kazanıyor. Madenler kapatılıp işçiler yoksulluk ve yoksunluğa terk edilince, Sosyalist hükümetler de Mitetrand’dan bu yana neo-liberal ekonomik politikaları sürdürünce artık nüfus muamelesi gören madencilerin bayraktarlığı ve sözcülüğü faşistlere kaldı. Almanya’da da aşağı yukarı öyle. Faşist çağrılara kulak kabartan yoksullar, insan yerine konulmak, ekmek ve ekonomik avantajlar istiyorlar. Siyaseti merkezden varoşlara, taşraya taşımak önemli mesele. ‘Kürdistan’da ezilenler ve dışlananlar neden batıdaki gibi otoriterliğe meyletmiyor’ sorusunun cevabı sadece otoriterliğin zaten Türk ırkçılığınca üstlenilmiş olmasında değil, büyük yoksul kitlelere çıkan yolların devrimci parti tarafından kapatılmış olmasında. Orada da reaksiyonerlik, hilafetçilik, mezhepçilik gibi sömürgeciliğin manipüle edebileceği fay hatları var ama onların büyük kitlelere nüfuz edebileceği alanları devrimci hareket kapatmış. Orada bir kuvvet merkezi oluşturmuş. Ben bunun her tarafta da ilk tutulacak halka olduğunu düşünüyorum. İkincisi sosyal demokrasiyle milliyetçilik arasına bir mesafe konulması daha radikal çözümler için yüreklendirilmesi gerekir. CHP ikili bir rol oynuyor. Bir yandan toplumsal itirazların bir sığınağı gibi öte yandan da hakimiyetin bir dayanağı gibi. Ama asıl önemi olan o partiye yönelmiş olan kitlelerin neyi istediği. Büyük şehirlerin sanayide ve hizmetlerde çalışan eğitim düzeyi yüksek beyaz yakalı işçileri, yaşam tarzını tehdit altında hisseden kadınlar, öğretmenler, kamu çalışanları, Alevi kitleleri, işçiler ve orta tabaka… HDP’ye oy veren kitle ile bu kitlenin temel ihtiyaçları arasında büyük yakınlıklar var. Kadınlar CHP’yi seküler yaşam tarzlarının teminatı gibi görüyorlar. HDP’nin kadın siyaseti gözleri biraz bu tarafa çevirebildiyse de Türkiye’nin batısında güçlü bir emek siyasetimiz maalesef yok. Bizim AKP, CHP, MHP veya Akşener’e oy verip vermediğinden bağımsız olarak yoksul, ezilen, itilen herkese yaklaşmamız, el uzatmamızın, onların arasında siyaset yapmamızın en önemli iş olduğunu düşünüyorum. Almanya’da Die Linke’nin etkinlik alanlarını gözleyebildim, ne yazık ki onların da oylarını artırmakla birlikte toplumsal çeşitlilik açısından merkeze, okumuş-yazmışlara doğru daraldıklarını gördüm
Baykal – Erdoğan görüşmesi
* Ekim ayında cumhurbaşkanı Erdoğan Sırbistan’a gitti. Orada anlaşmalar yapıldı. Sırbistan ile Türkiye benzerlik arzediyor seçim sürecinde. Eylül 2000’de Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç seçimi kaybettiği halde koltuktan inmiyor. Madenci grevleri oluyor. Eylemler, Parlamento’ya yürüyüşler oluyor. Devlet gazla, gerçek mermilerle müdahale ediyor, ancak Miloseviç bırakmak zorunda kalıyor. Haziran 2015’te diğer partilere hükümet kurma görevi verilmedi, protestolar vs derken 1 Kasım seçimlerinde tablo farklı şekilde değişti, iktidar değişmedi. Düğüm nerdeydi?
Onlar milli meselelerin ötesine geçtiler. Yugoslavya dağıldı, Sırbistan kendisiyle başbaşa kaldı. Onların bu manada üstesinden gelmesi gereken bir milli meselesi yok. Bizim bir Kürt milli meselimiz var. Bu muhalefeti yarmak için devletin manipüle edebildiği en önemli imkan. Erdoğan zaten öyle girmişti Haziran seçimlerine, darda kalınca da savaş ilan etti ve bizim için muhalefeti birleştirmenin bütün aktüel imkanları havaya uçtu. CHP’yi yedeğine almasının ya da nötralize edebilmesinin biricik yolu oydu. Zaten manidar değil mi? Krize girdiği an Erdoğan’ın ilk görüşmek istediği kişi Deniz Baykal olmuştu. Şu mesajı verdi: ‘Türkiye o kadar büyük bir tehditle karşı karşıya ki ben Deniz Baykal’la bile el sıkışabilirim.’ Baykal gitmeseydi bu işareti vermemiş oldurdu. Bu bir işaret fişeği oldu. Kılıçdaroğlu dokunulmazlıkların kaldırılmasına aynı kafa ile yatmasa, Irak-Suriye tezkeresine katılmasa bu adımlar CHP’yi kaçınılmaz olarak bir mücadele gücüne dönüşürdü. Erdoğan ve etrafında kurulmuş olan faşist ittifakı doğrudan hedef alırdı. O takdirde Türkiye’deki bütün politik dinamikler başka türlü işlerdi. Ama her kritik aşamada CHP bir yapıştırıcı olarak iş gördü. Fakat bu CHP’ye oy veren kitlelerinin büyük bir mutlulukla karşıladığı bir şey değil. Bir tek hayır kampanyasıyla bunun ötesine geçti. O da geçmişte verdiği kayıpları telafiye yetmiyor. Bütün bu nedenlerle yoksullar ve dışlananların, Marx’ın tabiriyle ‘muazzam mülksüzler kitlesinin’ ultra-milliyetçi, ırkçı, faşist çağrılara kapılmasının önüne geçmenin en önemli imkanı siyaseti bu kitlelere taşımak, onların ihtiyaçları içinden konuşmak ve onların yanında durmak, dertlerine çare aramak, temsili ilişkilerin ötesinde doğrudan doğruya yaşantılarının içinden geçen bir faaliyet kurmak. Ancak böylece doğru çağrılar, doğru kulaklara ulaşabilir.