Thomas Piketty And the Crisis of Neoclasical Economics – John B. Foster ve Michael D. Yates, Monthly Review, Vol. 66. No. 6 (November 2014), s. 1-24).
Kısaltarak çeviren: Mustafa Durmuş
Derinleşen resesyon ve giderek artan eşitsizlik ortodoks (ya da neoklasik) iktisatta ciddi bir krize neden oldu. Neoklasik iktisadın sosyalist eleştirilere karşı ortaya attığı iki tez; tam istihdamda denge ve gelir ve servet eşitsizliğinin üretim faktörleri ve bireylerin marjinal verimliliklerince belirlendiği argümanları çöktü.
İlkinde ekonomi, devletin müdahalesi olmadığında tam istihdamı gerçekleştirir görüşü hâkimdir. Yani tam bir serbest rekabet piyasası mevcut olduğunda ya da kamusal müdahaleler söz konusu olmadığında tam istihdam sağlanabilirdi. İkincisinden hareketle Kuznets gelişmiş ülkelerde, modernizasyonun ve geliştirilmiş eğitim fırsatlarının etkileriyle eşitsizliğin azalacağını ileri sürmüştü.
Gerçek ise tam tersidir. Tam istihdam mevcut değildir ve uzun dönemli bir ekonomik durgunluk söz konusudur. Aynı zamanda toplumdaki gelir ve servet eşitsizliği daha önce hiç görülmedik ölçüde artmıştır. Ve bu ayrışma eğitim ve beceri farklılıklarına ve emeğe nazaran sermeyenin göreli olarak katkılarına indirgenemeyecek boyutlardadır. Kısaca bu iki temel tez de çökmüştür.
‘Stagnasyon’ ya da ‘iktisadi durgunluk’ yeni bir tez değildir aslında. Keynes 1936’da ‘Say Kanunu’na ciddi bir eleştiri getirerek tam istihdamın bir tesadüf olduğunu, 1929 Büyük Buhranı’na ilişkin gözlemlerinden hareketle, ortaya atmıştı. “Eksik talep kaçınılmaz olarak eksik istihdama, işsizliğe yol açacaktı”. Yani Keynes kapitalist ekonominin durgunluğa eğilimli olduğunu görmüştü. Ama çabalarını, nüfus artışı, yenilikler, yeni arazilerin üretime açılması, güven tesisi ve savaşların sıklığı gibi geçmişte kapitalizmi teşvik eden olaylara yoğunlaştırmıştı.
Bu faktörlere Keynes’in öğrencisi A. Hansen de yoğunlaştı (Full Recovery or Stagnation?) Onun çalışması ‘Seküler Stagnasyon’u ilk betimleyen çalışmaydı. Sonra daha detaylı ve tekelci sermayenin büyümesini kapsayan bir çalışma Kalecki tarafından yapıldı. Bunu J. Steindl’in çalışması (Maturity and Stasnation in American Capitalism, 1952) izledi. Baran ve Sweezy ise bu çözümlemeyi bir bütün olarak kapitalizmin sosyo ekonomik yapısına uyguladılar ve Marksist bir eleştirellikle konuyu ele aldılar. Son olarak H. Magdoff ve Sweezy stagnasyonu finansallaşma ile ilişkilendirdiler. Bugün L. Summers seküler stagnasyon kavramını neo klasik iktisat içinde yeniden canlandırıyor (2013). Ama bunu zengin tarihsel bağlamından kopararak ele aldığı için bu gerçek bir açıklama olmuyor.
İkinci konu neo klasik iktisatta hep tabu oldu. Örneğin meşhur Lucas’a göre gelir bölüşümüne odaklanmak zehirleyicidir. Feldstein ise konuyu bazı ABD’li basketbol oyuncularının elde ettiği yüksek gelirlerle sınırlı tutarak önemsizleştirdi.
Yani neo klasik iktisada göre “gelir vs eşitsizliği zararsızdır ve nedeni eğitim ve beceri farklılığından kaynaklı faktör verimliliklerindeki farklılıklardır”. Buna göre bir kişinin geliri basit bir biçimde onun verimliliği ve çalışma arzusu ile belirlenir. Yoksullar, verimsiz olduğundan ve kendi seçimleri nedeniyle emek gücü piyasasına çıkmadıklarından dolayı yoksullardır. Verimliliği sürükleyen bireylerin kendi insan sermayelerine yatırım yapma istekleridir ve bu yatırımın en belirgin biçimi eğitimdir. Emek gücü piyasasına katılım ise bireylerin boş zaman tercihlerine bağlıdır. Bu, daha çok çalışıp daha çok gelir elde ederek satın aldıkları mal ve hizmetlerin sağladığı fayda ile çalışmayarak boş zamandan elde edecekleri fayda arasındaki fayda / maliyet kıyaslamasından çıkaracakları sonuç tarafından belirlenir.
Yani daha yüksek gelire sahip olanlar, insan sermayelerine daha fazla yatırım yapanlardır ve boş zamanı daha az düşünenlerdir. Yoksullar ise tersine işler yapanlardır. Modern teknolojiye uyarlanamayanlar ücret skalasında aşağılarda kalmak zorundadırlar. Bu nedenle ortodoks iktisat devletin üniversite eğitimini teşvik ederek bu eşitsizliği azaltabileceğini ileri sürer.
Diğer yandan eşitsizliği çok fazla azaltmanın da tembelliği dolayısıyla da verimsizliği teşvik ettiği ileri sürülür. Bu da ekonomi için kötüdür. Görüldüğü gibi eşitlik kendi kendini inkâr eden reddeden bir durumdur.
Teoriye göre tam rekabet piyasalarında bir ücret eşitsizliğinden söz edilemez. Herkes marjinal verimliliğine ve çalışma gayretine göre ücret aldığında bir doktorun bir temizlikçiden daha iyi durumda olduğunu ileri sürmek zordur. En azından ücret gelirleri açısından bir eşitsizlikten söz edilemez.Oysa ‘işgal et’ eylemleri bunun böyle olmadığını gösterdi.
Gelir ve servet eşitsizliği konusuna en değerli kuramsal ve ampirik katkılar sırasıyla, Edward N. Wolff, B. Milanovic (Heterodox), K. Galbreith (kurumsalcı) gibi iktisatçılardan geldi.
Piketty ise “21. Yüz yılda Sermaye” adlı kitabında en üst gelire ait veri tabanını kullandı (otuz diğer araştırmacının esasta vergi kayıtlarına bakarak hazırladıkları veri tabanı). Bu, tarihte şu ana kadar düzenlenmiş en yaygın veri tabanıdır, Avrupa, K. Amerika, Asya, Afrika ve L. Amerika’yı kapsamaktadır.
Piketty ne Marksist ne kurumsalcı ne de Post Keynesyen bir politik iktisatçıdır (bu üçünün ortak yanı analizlerini eşitsizlik üzerinde odaklamalarıdır). Tersine neo klasik okulun üyesidir. Bu nedenle de ana akımın eşitsizlik üzerine tezlerine karşı bir sunum yaptığında şaşkınlık yarattı. Zira içerden biri olarak neo klasik iktisadın temel argümanlarına meydan okuyordu. Ayrıca Piketty kapitalizmde bu yok edici ve eşitsizlikçi gidişi durduracak kalıtsal mekanizmaların mevcut olmadığını ileri sürüyordu.
Sadece Kuznets’in yanlış olduğunu değil, aynı zamanda insan sermayesi argümanından hareketle gelir farklılıklarının beceri ve eğitim, verimlilikten kaynaklandığı görüşünün de yanlış olduğunu ortaya koydu. ‘r > g’ olduğu sürece kapitalizmde hanedanlıkların kaçınılmaz olduğunu gösterdi (L’oreal’in mirasçısı, Liliane Bettencourt hayatında tek bir gün bile çalışamamış olsa da serveti Bill Gates’inki kadar hızla arttı).
Piketty marjinal faktör verimliliğine meydan okuyan sonuçlar ortaya koysa da neo klasik mimariden tam olarak kopamamıştır. Keynes de aynen bir kırılma yaşamış ama tam olarak neo klasik iktisattan kopamamıştı. Bu nedenle de Piketty kapitalist ekonomilerin servet ve gelir arasında böyle bir kopuşa yol açacak bir şekilde neden yavaş büyümekte olduklarını açıklayamamaktadır. Analizi yavaş büyüme ya da göreli durgunluğun kapitalizmde endemik olduğunu ortaya koysa da ne bunu açıklayabilmiş ne de bu açıklayamama durumunu doğrudan sorun etmiştir.
Piketty’nin kitabında sermaye geleneksel biçimde tanımlanmış ve servet toplamına eşitlenmiştir. Ona göre sermaye fabrika, makine, finansal varlıklar, mücevher vs’den oluşan geniş bir varlıktır. Yani sermaye birikimi konusundan Piketty’nin kafası karışıktır[1].
Keza eşitsizliğin arkasındaki nedenin sınıfsal güç farklılığı olduğu gerçeğini de atlamıştır. Analizi üretimden kopuk, sadece bölüşüm ile ilgilidir. Tekelci sermaye olgusu analizinde mevcut değildir.
Kapitalizmin Yasası: Artan Eşitsizlik
ABD’de en zengin % 1 şu anda milli gelirin % 20’sinden fazlasını almaktadır. Bu oran 1970’lerde % 9 civarındaydı. Ancak bu % 1’in de % 1’i (yani en tepedeki binde 1) en çok payını artıran nüfusu oluşturmaktadır.
Piketty ‘nin kitabının dört önemli bulgusu var:
Piketty esas olarak sermaye – gelir (servet – gelir) rasyosuna odaklanmıştır. Sermaye ve serveti birbirinin yerine kullanır. Bu nedenden dolayı da heterodox iktisatçılarca eleştirilir. Zira Marx’ın ve Piketty’nin sermaye kavramları aynı değildir.
Piketty bu rasyo ile ilgili olarak uzun döneme bakar ve 18 ve 19 yy boyunca bu rasyonun 7 civarında olduğunu ileri sürer. Sadece istisna dönemlerinde rasyo 3 ya da 4’e düşmüştür. Böylece istisnai dönemleri çıkarttığımızda geriye Piketty’nin sermaye / gelir rasyosu kalır.
Piketty buna “Kapitalizmin Kanunu” adını verir: Sermaye – Gelir rasyosu uzun dönemde tasarruf büyüme rasyosuna eşitlenir: β = s / g. Bu durum neoklasik modelin durağan durum koşuludur (Solow). Piketty β = s / g formülünü sermayenin milli gelir içindeki payını tanımlamada ( α = r β ) kullanır. Bu rasyo zamana bağlı olarak sermaye payının ne olacağını gösterir.
Sonuçta α = r (s / g) olur. Ve piketty buradan meşhur ‘r > g’yi tanımlar. Yani ‘g’ (iktisadi büyüme oranı M.D.) çok yavaş büyüdüğünde (buna karşılık r ( sermayenin getiri oranı M.D.) çok daha hızla büyüdüğünde) sermayenin milli gelir içindeki payı düzenli artarken, emeğin payı azalır, toplumda kutuplaşma artar ve toplum işçiler ve sermaye sahipleri olarak ayrışır. Sermayenin miktarı arttıkça getiri oranı daha da artar. Çok zenginler, diğerlerinden çok daha hızlı bir biçimde paradan getiri sağlarlar ve ayrışma daha da derinleşir.
Hem Piketty hem de Wolff, bu durumun derinleşerek sürerken, bunun ciddi ekonomik, sosyal, çevresel ve siyasal sorunlara neden olabileceğinin ya da bu sorunları derinleştireceğinin altını çizerler. Sonuçta politik bir biçim olarak demokrasinin yerini plütokrasi alır.
Ancak neo klasik iktisat ne işsizliğe ne de gelir ve servet eşitsizliğine ilişkin geçerli bir kavram ortaya koyamamıştır. Tam istihdam ve faktör verimliliği teorisi gerçek hayatta doğrulanmamaktadır.
Nitekim ABD’de emek gücü verimliliği son kırk yıldır artmış olmasına rağmen ücret artışları bunun çok gerisinde kalmıştır. EPI’ye göre ABD’de 1979 – 2013 döneminde emek gücü verimliliği % 64,9 oranında artarken, saatlik ücret ödemesi sadece % 8 artış göstermiştir. Bu arada en alttaki % 99 vergi mükellefinin milli gelir içindeki payı 1980’lerde % 60’lardan % 50’ye gerilemiştir. Neo klasik iktisat işçilerin milli gelir içindeki paylarındaki bu düşüşü açıklayamamaktadır. Piketty her ne kadar kitabında üst sınıflar, egemen sınıf, en tepedeki % 1, en alttaki % 99 ifadelerine yer verse de buralardan sınıf mücadelesi olgusuna ulaşmaz. Sınıf mücadelesi kavramını kullanmaktan tamamen kaçınmasa da onunla ilgili çok az şey söyler. Tezleri sınıf mücadelesi ya da sosyal mücadeleden (hatta ekonomik kriz / durgunluk bile değil) ziyade sosyal adaletle ilgilidir.
Eşitsizliği sınıfsal güç ile ilişkilendirme konusundaki başarısızlık sadece Piketty’nin değil, neo klasik iktisadın hegemonik ideolosinin başarısızlığıdır. Diğer taraftan Piketty’nin neo klasik akım tarafından kabul görmesi onun eşitlik ve güç ilişkisini sorgulamaktan kaçınması sayesinde olmuştur Bu nedenle de ‘21. Yüz yılda Sermaye’ ile Marx’ın ‘Kapital’i arasındaki fark çok büyüktür.
Gerçek hayatta, tekelci sermaye sınıfının üretim araçlarının tek sahibi olduğu ve emekçilerin emek güçlerinden başka satabilecekleri bir şeylerinin bulunmadığı kapitalist toplumdaki bu üretim sistemi böyle bir eşitsiz güç ilişkisinin nedenidir.
ABD’de sadece 400 zengin (Forbes 400) nüfusun yarısının ya da 130 milyon civarındaki yetişkinin sahip olduğu servete sahiptir.
Günümüzde sermaye açısından başarının yolu tekel olmaktan geçiyor. Bugün bu durum genelleşmiş tekelci sermayesinin amentüsü olarak hala karşımızda durmaktadır. Piketty iki eğilimin; servetin yüksek büyüme hızı (r), buna karşılık ekonominin düşük büyüme hızı(g) arasındaki organik ilişkiyi görmez. Ona göre gelir ve servet eşitsizliği olgun ve tekelci kapitalizm ile ilişkili değil, tarihin çok büyük bir kısmında sisteme özgü (endemik) bir şeydir.
Gerçekte ise, tekelci sermaye birikimi bir aşırı birikime dönüşmüş olduğundan, bu durum yeni yatırımları caydırmakta ve bu da büyümeyi yavaşlatıp durgunluğa sürüklemektedir. Bu koşullar altında ortaya çıkan bu ciddi ekonomik artık finansal spekülasyonlar yoluyla eritilmeye çalışılmaktadır. Bu süreç kaçınılmaz olarak ‘aşırı finansallaşma’ ile sonuçlanmaktadır. Bu da beraberinde hem özel hem de kamusal borçların hızla artmasına, bu da finansal balonların şişirilerek birbiri ardına patlamasına yol açmaktadır. Durgunluk ve finansallaşma arasındaki bu diyalektik ilişki bugünkü tekelci sermaye realitesini betimlemektedir[2].
Piketty’e göre, bugünün finansallaşmış kapitalizmde, Keynes’in en çok korktuğu şey olan , ‘rantiyenin intikamı’ durumu gerçekleşmektedir.
Bugün küresel finans kapital çağında yaşıyoruz. Bu çağda sistemi belirleyen şeyler sınıfsal güç, tekelci güç, emperyal güç ve finansal güçtür. Böyle bir çağda sistemin sınıfsal dinamikleri göz önüne alındığında Piketty’nin ütopyasının ne kadar gerçek dışı olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani böyle bir çağda küresel bir servet vergisi uygulaması ‘faydalı’ bir ütopyadan öteye gidemez.
Emperyalizm ve azgelişmişlik olgusu Piketty’nin analizinde her hangi bir rol oynamamaktadır.
Diğer taraftan sermayenin hegemonyasını tehdit etme potansiyeline sahip olduğundan Piketty’nin servet vergisi önerisi önemlidir. Ama bu uluslar arası düzeyde uygulanamadığı sürece sonuçsuz kalacaktır.
[1] Çevirenin notu: Piketty’nin kitabında savunduğu tezlere Marksistlerden gelen temel eleştiri sermaye tanımlaması ile ilişkilidir. Piketty sermayeyi, sahiplenilebilen ve piyasalarda mübadele edilebilen tüm (beşeri sermaye olarak tanımlananlar hariç) varlık türlerinin toplamı; bireylerin, kurumların ve devletlerin ellerinde tuttuğu, kullanılıp kullanılmaması önem arz etmeyen ama piyasada ticarete konu olabilen varlıkların tümü olarak tanımlamaktadır. Böyle bir sermaye tanımı sanat ve mücevher koleksiyonundan, entelektüel fikri haklara (örneğin patentler), toprak ve tüm gayrimenkullere (mesken olarak kullanılanlar da dâhil), fabrika ve makine, alt yapıya kadar geniş bir yelpazeyi içerir.
Yani yazar sermaye ve serveti birbirine karıştırmakta ve sermaye getirisi olarak da aslında servetin getirisini hesaplamakta ya da kullanmaktadır. Oysa para, arazi, emlak ve fabrika / ekipman üretim amaçlı olarak kullanılmadığında sermaye olmazlar. Piketty’nin tanımladığı biçimiyle sermaye bir bölüşüm konseptidir, üretim ilişkisi değildir, böylece sermaye getiri sağlayan bir üretim faktörüdür, yani burjuva iktisatçılarının genel bir çıkarımıdır. Sermaye varlıkları (gerçek ya da kıymetli evrak biçiminde) kâr, kâr payı, rant, royalti vs sağlar. Bu nedenle insanlar onlara yatırım yaparlar.
Marx’a göre sermaye sosyal, siyasal ve yönetsel bir kategoridir. Egemen sınıfın üretim araçlarını denetleme aracıdır. Para veya makine biçiminde ya da sabit veya değişken olabilir. Özü itibariyle ne fizikseldir ne de finansaldır. Özü güçtür. Yani kapitalistlere, karar alma ve işçilerden artı değer yaratma, çıkartma yetkisi veren bir güçtür. 19yyın sonlarında neo klasikler Marx’ın sermayeye ilişkin bu sosyal ve siyasal çözümlemesini bilinçli olarak mekanik bir biçime dönüştürdüler, sermayeyi hâsıla üretmek için emek ile eşleşen bir unsur olarak sundular. Sermayenin bu şekilde yorumlanması üretim fonksiyonunun matematiksel olarak açıklanmasına izin verdi ve ücret ve kârlar her bir üretim faktörünün marjinal ürünü ile ilişkilendirildi (Piketty’nin neo klasik marjinal üretim faktörü verimliliği teorisinden kopamayışı böyle bir sermaye tanımına bağlı kalmasıyla ilgilidir). Bu yeni vizyon sermayenin sahiplerinin sosyal rolünü göz ardı edip onun makine olarak kullanımına dikkatleri çekiyordu. Böylece sermayenin bu vazgeçilemez katkısının adil bir getirisi olarak kârlar da yasallaştırılıyordu.
Diğer taraftan Marx’ta sermaye döngüsü şöyle oluşur: M…C…P…C’…M’. Yani kapitalist parasını (M) metaya (C), üretim araçlarına ve hammaddeye yatırır, bunları üretimde (P) kullanır ve (C’) üretir. Bu da satıldığında daha fazla paraya (M’) dönüşür. Sermaye (M), daha fazla sermaye (M’) biriktirmek için çoğalır ama bu yeni değeri sadece emek gücü yaratır. Piketty için sermaye süreci (M)….(M’) dir. Yani sermaye servettir (oysa servet kapitalist üretim tarzında önce de vardı). Servet gerçekte maddi ya da finansal varlıkların tümüdür. Böyle bir anlayış vulgar iktisat anlayışıdır ve her şeyi sadece servet sahiplerinin perspektifinden görür. Marx’a göre konut (gayrimenkul kiralama işi yapanların elindeki konutlar hariç) yeni değer üretmeyen bir servet biçimidir. Piketty, konut, net finansal varlıklar ve toprağı sermaye tanımına dâhil ederek Marx’ın tam tersi sonuçlara erişir. Bunlar sermaye getirisi olarak tanımlanır (dolayısıyla da Marx’ın kâr oranı olarak tanımladığı şey ile Piketty’nin sermaye getiri oranı-r- aynı değildir. Bu çok önemlidir zira Piketty servetin nasıl oluştuğundan ziyade bölüşümü ile ilgilidir. Oysa Marx’a göre, çelişki bu oluşumda yatmaktadır. Marx için üretim araçlarının özel mülkiyeti modern toplumun temel kırılma/fay hattıdır. Bu konuda daha geniş okuma için bkz: Michael Roberts, “Unpicking Piketty”,weeklyworker.co.uk, 05.06.2014; Charles Andrews, “Thomas Piketty’s Capital in the Twenty-First Century: Its Uses and Limits,” http://mrzine.monthlyreview.org. 22.03.2014; James K. Galbraith, “Kapital for the Twenty-First Century?”, http://www.dissentmagazine.org, (Spring 2014); David Harvey, “Afterthoughts on Piketty’s Capital,” http://davidharvey.org, (2014/05).
[2] Çevirenin notu: Piketty’nin kitabında ‘çöküş ve canlanmaya’, ‘büyük depresyona’ ya da ‘resesyonlara’ yer verilmediği gibi ‘Büyük Resesyon’olarak tanımladığımız son krizden ‘finansal panik’ olarak söz edilmektedir. Krizin neden olduğu üretim israfından, istihdam ve gelir kayıplarından da söz edilmediği gibi savaş gibi dışsal faktörleri temel alan neo klasik yaklaşım altında bu faktörlerin üretim verimliliği ve büyüme üzerindeki etkileri üzerine yoğunlaşılmaktadır. Piketty’nin her hangi bir kriz teorisi mevcut değildir. Krizleri geçici olaylar olarak görmektedir. Çözüm önerileri de bu yüzden artan oranlı gelir vergisi ve küresel servet vergisi gibi eşitsizlikleri azaltıcı, ama kendinin de itiraf ettiği gibi daha ziyade ütopik önlemlerden oluşmaktadır. Eşitsizliği azaltmak için sınıf mücadelelerinin bir parçası olan ücret artışları ya da sendikaların güçlendirilmesi gibi mücadele yollarından haberdar değil gibi gözükmektedir. Kitabında bankalara ya da büyük şirketlere el koymak, dış ticareti devlet tekeline almak ya da yüksek düzeydeki ceo ücretlerine son vermek gibi radikal önlemlere rastlanılmamaktadır. Yazar sosyal reformist bir çizgide hareket etmekte ve kapitalist üretim tarzının aşılmasını gerekli görmemektedir.