İsveç Merkez Bankası’nın (Sveriges Riksbank) verdiği 2024 Nobel Ekonomi Ödülü “Karşılaştırmalı Kalkınmanın Kolonyal Kökenleri: Ampirik Bir İnceleme” başlıklı makaleye (2001) referansla Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’a verildi. Ödül metninde “Hukukun üstünlüğünün zayıf olduğu ve halkı sömüren kurumlara sahip toplumlarda büyüme ya da daha iyiye doğru değişim gerçekleşmez. Ödül sahiplerinin araştırması bunun nedenini anlamamıza yardımcı oluyor” denildi. Sonuç manasında bölümde ise şu ifadeler yer aldı: “Nihayetinde tek seçenek iktidarı devretmek ve demokrasiyi tesis etmek olabilir.”
Makalede eski sömürge ülkelerde kişi başına GSMH düzeyi ile “kapsayıcı” ya da “demokratik” kurumlar arasındaki ilişki sorgulanıyor. Buna göre, “kapsayıcı” yani “demokratik” kurumların inşa edildiği ülkeler kişi başına GSMH bakımından “zengin” olurken, “dışlayıcı” kurumların olduğu ülkeler ise “yoksul”. Yazarlar, oldukça tartışmalı bir mülkiyet hakkı indeksi oluşturup kapsayıcılığı gösteren bu indeksle kişi başına GSMH arasında korelasyon ve nedensellik keşfediyorlar. ABD’nin diğer eski sömürgelere kıyasla kat be kat zenginliğinin temel sebebini buluyorlar: Demokratik kurumlara sahip olmaları.
https://48c7f894b6ba9eab4f475d8d758aceb1.safeframe.googlesyndication.com/safeframe/1-0-40/html/container.html Ne kadar da masum?
ABD’de köle ticaretinin yanı sıra plantasyonlardan büyük kârlar elde edilmiş ve sermaye birikimi hız kazanmamış mıydı?
Sömürgecilik ve emperyalizmle dünyanın geri kalanının yoksullaşması pahasına elde edilen değer akışının bu zenginleşmede payı yok muydu?
Kapsayıcı kurumların idealize edildiği ABD’de dünyanın en büyük yolsuzluk ve rüşvet ağı unutulmuş muydu?
Emekçilerin dünya klasiklerine konu olmuş yoğun sömürüsü -belli bir gruptaki- bu zenginleşmede etkili olmamış mıydı?
Acemoğlu ve arkadaşlarına göre pek değil.
Bütün bunların payı olsa da ABD ve batının zenginliği demokratik kurumlarıyla ilgiliydi.
Demokrasi olduğu için kimi ülkeler zengin olmuş, demokratik kurumları bir türlü kuramayanlar ise fakirlikte sıkışıp kalmıştı.
Yazarların yeni-kurumsalcı tezleri bu.
Hem daha sonraki makalelerinde hem de Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik Kökenleri, Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi kitaplarında, kabul etmek gerekir ki oldukça zengin, ancak yer yer yüzeysel bir tarihsel malzeme kullanımı ile argümanlarını inceltip ayrıntılandırdılar. Anaakım literatürün aksine farklı sosyal bilim alanlarındaki bakış açılarını ve birikimi dikkate aldılar. Ancak yoğun emek, bilgi yağmuru ve keyifli sunuma rağmen kitaplarında ilk ve basit argümanlarını biraz kolaya kaçarak evrenselleştirmekten ve adeta bir yasa haline getirmekten geri durmadılar.
Yeni-kurumsalcı anlatının kaçırdığı
“Masum” anlatı büyük ölçüde yanlışsa da tümden değil.
Haklı oldukları kısım istikrarlı davranış örüntüleri ve hukuki inşa olarak kurumların ekonomik gelişmeler üzerinde önemli etki sahibi olduğu. Batı Avrupa’da, mesela İngiltere’de, mülkiyet hakkı gibi bireysel hakların gelişimi kralın keyfe keder yönetimini sınırladı. Başka koşullarla birlikte, mülkiyet güvencesi ticareti ve sermaye birikimini hızlandırdı. Bu da İngiltere’deki olağanüstü sermaye birikimine zemin hazırladı. Osmanlı İmparatorluğu ve diğer merkezi feodal devletlerde, yine başka koşullarla birlikte mülkiyet hukuku ve güvencesindeki eksiklikler sermaye birikimi ve bağlantılı ekonomik faaliyetlerin güdük kalmasına katkı sundu. Büyük ölçekli ticaret ve üretim ihtiyacı, buradan yola çıkarak inovasyon ve teknik ilerleme de bu ülkelerde sınırlı oldu. Böylece kapitalizm İngiltere ve ardından Batı Avrupa ve ABD’de yayılırken, batı dışı coğrafya geride kaldı.
Belirleyici faktör olarak kurumlara, özellikle demokratik kapsayıcı kurumlara yapılan vurgu ilk bakışta kulağa hoş geliyor.
Keşke gerçekler de bu kadar hoş olsa.
Bu anlatıda önemli eksiklikler, sorunlar ve haksızlık etmeden söylemek gerekirse çarpıtmalar var.
İlki, İngiltere’yi açıkladığını varsaysak bile bu anlatı geneli açıklama kapasitesinden yoksun. 19. yüzyıl sonunda Almanya Bismark yönetimi altında demokratik kurumlara sahip değildi, ancak zenginleşti. Ya da Japonya. Meiji Restorasyonunu demokratikleşmeye indirgemek pek de makul görünmüyor. Zorlama olmanın ötesinde yanlış. Günümüzü açıklaması ise imkânsız. Örneğin Çin. Klasik manada demokratik ve “kapsayıcı” kurumlara sahip değil ama dünyanın en büyük ikinci ekonomisi. Kişi başına GSMH ve verimlilik artıyor. Acemoğlu ve arkadaşları da bu noktada kendi açıklamalarının yeterli olmadığının farkında. Vazgeçmiyorlar ve zamanın unutkanlığına güvenip topu geleceğe atıyorlar: Çin bugün büyüse de yarını yok. Bu açıklama da pek inandırıcı değil çünkü reel politika tersi yönde ilerliyor. Ekonomisi ve teknolojisiyle “Çin tehlikesi” ABD’nin ilk gündemi. Piyasa dostu demokratik kurumlar olmasa da icatlar, teknolojik ilerleme ve büyüme var. Verimlilik artıyor. Politik iktisatçı Yuen Yuen Ang’ın ısrarla vurguladığı gibi Acemoğlu ve arkadaşlarının “Çin istisnası”nı mitleştirmelerinin temelinde, Avrupa’daki zenginleşmenin asıl nedeni ve yollarını doğru analiz edememeleri yatıyor. Örneğin Avrupa’nın gelişimi serbest ticaret ve rekabete dayalı demokratik kurumlar anlatısına uygun değil, çünkü bu ülkeler uzun süre korumacı ve pek de kapsayıcı olmayan dış ticaret politikaları ile kendi sanayilerini büyüttüler, tekelleşmenin yolunu açtılar. Sadece bu bile “piyasa dostu demokrasi” temelli yeni-kurumsalcı anlatının çöküşü anlamına geliyor.
İkincisi, anlatı İngiltere’de kapitalizmin doğuşuna ilişkin de oldukça indirgemeci. Büyük dönüşüm çok yönlü. “Demokratik” kurumların etkisi ve katkısından önce sorulması gereken demokratik kurumların nasıl ortaya çıktığı. Kestirme cevabı yok, ancak güç kazanan ticaret burjuvazisi ve köylülerin de dahil olduğu mücadelelerin kralı ve bir kısım aristokratı taviz vermeye zorladığı açık. Burjuvazinin gelişimi uluslararası ticaret ve sömürgecilikle, ardından bununla bağlantılı üretimdeki gelişmelerle yakından ilgili. Dolayısıyla kapsayıcı kurumların ortaya çıkışı açıklayıcı olmaktan çok, daha kapsamlı dönüşümlerin bir boyutu ya da görünümü niteliğinde.
Üçüncüsü, Dar Koridor ve Ulusların Düşüşü kitaplarında oldukça zengin bir kaynakça kullanılmış ve güçlü bir anlatım sergilenmişse de Batılı ve az sayıda diğer gelişmiş ülkenin zenginliğinde sömürgecilik ve emperyalizmin rolü büyük ölçüde ihmal ediliyor. Örneğin Hindistan’ın yağmalanması olmasaydı, “demokratik” kurumlar İngiltere’nin 18. ve 19. yüzyıldaki zenginleşmesi için yeterli olmayabilirdi. Açıkça ifade etmek gerekirse, belli başlı ülkelerin zenginliği büyük ölçüde dünyanın geri kalanı üzerinde kurdukları sömürgeci ve emperyalist tahakkümle bağlantılı.
Dördüncüsü, zenginliğin dayanağı olarak sunulan “demokratik” kurumlar, çağdaş anlamda pek de demokratik değil. “Güneş batmayan imparatorluk” iken İngiltere’de nüfusun büyük kısmı, bırakalım demokratik hakları oy kullanma hakkına bile sahip değildi. Yazarlar, kralın yetkilerinin sınırlandırılmasını, ticaret burjuvazisi ve burjuvalaşan aristokratların siyasal yönetimde söz sahibi olmasını, yani bir avuç elitin rant paylaşım mekanizmasına dahil oluşunu kapsayıcı ve demokratik kurumlarla eşitliyor. Bu kısmen doğru olsa bile çağdaş demokrasi tartışmaları açısından söz konusu olan, siyasal iktidarın, az sayıdaki elitle paylaşımıdır. Ki bu nedenle, kapsayıcı değil bir bakıma dışlayıcıdır: Mesela burjuvazinin zenginleşmesinde yerli işçi sınıfının yoğun sömürüsü ve emekçi kitlelerin -şiddeti de içeren- mülksüzleştirilmesi demokratik kapsayıcılığın neresinde duruyor? Kritik değişim demokratik kurumlardan çok mülkiyetle ilgili. Anlatıda yer yer demokrasi ile burjuvazinin mülkiyeti eşitleniyor.
Demokratik ve kapsayıcı kurumların mülkiyet hakkı ve piyasa dostu reformlara indirgenmesi, bu önemsiz “kurumsal” ayrıntı, Acemoğlu ve arkadaşlarının el çabukluğuyla vardığı güncel politika önerileri açısından oldukça önemli.
Ne öneriyorlar?
Kapitalizm nasıl doğduğu ya da batının nasıl zenginleştiği konusu geçmişe dair entelektüel bir tartışma olarak görülebilir. Marksistler bütünsel dönüşümle birlikte iktisadi yapıya önem verirken, Weberyanlar kültüre, Acemoğlu ve arkadaşları da kurumlara ağırlık verebilir. Ki, Thorstein Veblen gibi eski kurumsalcılar bunu, belki de daha başarılı bir biçimde yapmıştı. Ancak, esas sorun bu tartışmada değil buradan yola çıkarak çağdaş sorun alanlarına getirilen çözüm önerileri ya da politik stratejilerdedir.
Neoliberal tez şuydu: Piyasa ekonomisi siyasal demokrasiyi getirir.
Bu söylemin ideolojik katkısıyla, zenginlik ve demokrasi vadeden neoliberal yeniden yapılandırma programı dünyanın büyük kısmında hâkim kılındı. Ancak sonuç ne demokrasi ne de zenginlik oldu. Zenginlik kısmı, Nobel açıklamasında belirtildiği gibi, “Dünya ülkelerinin en zengin yüzde 20’si, en yoksul yüzde 20’sinden yaklaşık 30 kat daha zengin hale gelmiştir”. Demokrasi de tartışmalıydı. Şili gibi ülkeler demokrasi ile değil askeri diktatörlükle pür piyasa ekonomisine geçti. Neoliberalizmin öncü laboratuvarı oldular. Demokratik ve “kapsayıcı” kurumlarıyla ABD’de, siyahlar 1960’lara kadar beyazlarla aynı otobüse dahi binemedi. Aynı ABD, dünyanın birçok ülkesinde az ya da çok demokratik yönetimlere karşı organize ettiği askeri darbeler ile demokrasiden çok kanlı diktatörlükleri yaymayı başardı. ABD ekonomisindeki tekelleşme ise zaten ortada. Acemoğlu ve arkadaşları da zaman zaman ABD’de teknoloji alanındaki tekelleşmenin yarattığı demokratik risklere değiniyorlar.
Acemoğlu ve arkadaşlarının yeni-kurumsalcı argümanı neoliberal tezden biraz daha farklı: Piyasa dostu demokratik kurumlar teknolojik gelişmeye, verimliliğe ve dolayısıyla zenginleşmeye yol açacaktır. Olgular aynı ancak bu sefer ekonomiden kurumlara değil kurumlardan ekonomiye gidiliyor. Pratikteki sonuç ise pek farklı değil: Her ikisinde de piyasa ve “piyasa dostu demokrasi” birlikte geliştirilmeli.
Türkiye gibi ülkelere kıssadan hisse.
Kulağa hoş geliyor. Dünyada otokratik yönetimler yükselip faşizm zilleri çaldıkça “demokrasi” çağrısı elbette sempatik.
Ancak buradan karışan şey şu:
Eleştirmenlerin itirazı “demokrasi”ye değil “piyasa dostu demokrasi”nin gerçekleşmeyen ve gerçekleşmeyecek vaatlerine.
“Piyasa dostu” politikaları ve kurumları demokrasinin mutlak biçimleri olarak görmelerine.
Bağımlı ya da -anaakım tanımla- gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelere yumuşatılmış neoliberal reçeteyi “kurumsal reformlar” biçiminde yeniden sunmalarında.
“Zengin” emperyalist ülkelerin finans, ucuz işçilik, küresel tedarik zinciri ya da teknolojik “rant” aracılığıyla tüm dünyadan çektiği, askeri araçlarla korumaya ant içtiği zenginliği “demokratik kurumlar”ın marifetine indirgeyip emperyalizmi aklamalarında.
Bağımlı ülkelerin alternatif yollarını en baştan “demokrasi dışı” ilan edip sanki tekelleşmiş dünyada gerçek manada serbest piyasa varmış gibi davranmalarında.
İşçi sınıfının düşük ücretlerini ölçülmesi imkânsız marjinal verimliliğe indirgeyip meşrulaştırmalarında.
Dahası dahası…
Oysa demokrasiye en yakın kimi kurumları işlemez hale getiren şey piyasa dostluğunun kendisi: “Piyasa dostu” mevcut ortam mülkiyet hakkını hayal ettikleri gibi korusa bile işçi ve emekçilerin eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, çalışma, güvence, sosyal yaşam gibi alanlardaki hak ve fırsatlarını daralttıkça ve bu konularda yükselen tepkiye cevap veremeyip bastırdıkça -varsa- mevcut demokratik kurumların da altı oyulmaktadır.
Mesela kurumsal reformlarla sağlık sistemi özelleştirildiği için hastalıklarla boğuşan ve doğru düzgün tedavi olamayan emekçi sınıfların, “piyasa dostu” demokratik “kapsayıcı” kurumların “paydaşı” olması ütopik beklentinin ötesinde ancak ideolojik bir zorlama olabilir.
Bununla birlikte Acemoğlu’nun klasik anlamda bir neoliberal olmadığı söylenmelidir. Kapitalist dünya sistemi düşük büyüme, teknolojik gelişmelere rağmen sınırlı verimlilik artışı, olağanüstü gelir ve servet eşitsizliği gibi sorunlarla boğuşuyor. Çözüm arayışları tartışılırken Acemoğlu ve arkadaşlarının rotası, ana akım iktisadın varsayımları ve çerçevesi içinde kalarak neoliberal reçetede bazı sosyal değişimlerle sınırlı.
İnsanlığı eşitsizlik ve sömürü ile güvencesizlik ve yoksulluk girdabına sürükleyen ana akım menü, bu sefer, biraz daha “demokrasi”, az daha “sosyal yardım”, daha fazla “eğitim” gibi lezzetli bir sosla ama aynı malzeme ile önümüze konuluyor.
“Kapsayıcı” bir meşrulaştırma girişimiyle…
Dokunulmaz piyasa ekonomisi ve piyasa dostu kurumlarla…