Akademide, üniversitelerde, kampüste, sokakta hayatın her alanında kadınların uğradıkları mobing, taciz, aşağılanma gözümüzün önünde duran bir gerçektir. Bu gerçeklikler dahilinde antik çağdan günümüze uzanan toplumsal cinsiyete yönelik yargıların, algıların ve eşitsizliklerin bilim alanına yansımalarını kısa da olsa ele alacağım.
Kadınların bilim dünyasında var olması geçmişten günümüze çoğu zaman mücadele gerektiren bir eylem olagelmiştir. Her alanda olduğu gibi toplumsal cinsiyet anlayışının bilime yansıması da varlığını erkek egemen toplumlarda inşa etmiş ve günümüze kadar korumuştur.
Bilimsel bilgi aslında kendi içinde bir iktidarı olan ve erkeklerin tarih boyunca çok aktif ve egemen olduğu bir alan. Araştırılmaya değer görülen konudan, gözden kaçırılan, önemsenmeyen noktalara ve laboratuvarlarda kimlerin söz sahibi olduğuna kadar birçok noktada erkek egemen bakışın etkisi var.
Antik çağlarda felsefe ile uğraşan kişileri gözünüzde canlandırmanız gerekse muhtemel çoğu insanın aklına sakallı, yaşını almış bir kişi profili gelecektir. Meydanda konferanslar veren ve etrafına kendisini dinlemek isteyen büyük bir kalabalığı toplayan bir kadın çoğu insanın bu anlayışına uymayacaktır. Hypatia, MS.360 yılında İskenderiye’de doğmuştur. Çalışmaları iyi kanıtlarla kayıt altına alınabilen ilk kadın matematikçi olan Hypatia aynı zamanda çok iyi bir felsefecidir. Matematik alanında yaptığı çalışmaların hepsi günümüze gelememiş olsa da birçok katkısı olduğu bilinmektedir. Aritmetik üzerinde 13 ciltlik yorum yapmış, bilinen önemli eserleri yorumlamış ve belli kesitler eklemiştir. “The Astronomical Canon” adlı eseri yazmış; doğayı mantık, matematik ve deneylerle açıklamaya çalışmıştır. Aynı zamanda yıllar sonra Kepler tarafından bulunduğu düşünülen yörünge kavramını kendisi çok önceden bulmuştur Dönemin piskoposu Cyril, Hypatia’nın sonunu kendi elleriyle hazırlamıştır. Hristiyan cemaatini, Hypatia’nın şeytan olduğuna inandırmış, kadının sesinin bu kadar yüksek çıkmasının dine aykırı olduğunu savunmuş ve böylece halkı galeyana getirmiştir. Piskoposun etkisinde kalan bir grup, Hypatia’yı kiliseye götürerek vahşice öldürmüştür. Ve yaptıklarından dehşete düştüklerinden içinde Hypatia’nın cesedi bulunan kiliseyi ateşe vermişlerdir.
Okuduğumda çok etkilendiğim bir diğer önemli bilim kadını da Mary Anning. Anning 1799 doğumlu. Mary Anning, tarihte cinsiyetçi yaklaşımlara maruz kalmış bir bilim insanıydı. Ailesi yoksuldu, babası marangozdu. Marangoz olan baba İngiltere’de Lime Regis’in kireç taşlarından ve killi uçurumlarından numuneler çıkarıyordu. Bu sırada ortaya çıkan kabuk ve kemikleri de topluyordu. Anning bu işi babasından öğrendi. Sonra sarp kayalık alanlara kardeşiyle giderek küçük fosiller bulmaya başladı. 1811 yılında erkek kardeş kayaların içinde belirgin bir yüz silüeti keşfetti. Anning kayayı büyük bir titizlikle temizledi. Neticede, yaklaşık beş metre uzunluğunda, timsahı andıran dev bir fosil buldu. İki çocuk dünyanın ilk ihtiyozor fosilini keşfetmişlerdi. İhtiyozor, Anning’in paleontolojiye yaptığı ilk katkıydı. Sonrasında keşifler devam etti. Bilim insanları keşiflerinden çok yararlandı. Fakat kadın olması bu katkıların üstünün örtülmesine neden oldu. Keşifler dergilere çıktığında kimse Anning’in isminden bahsetmiyordu, başarıları hak ettiği saygıyı görmüyordu. Yaşamı yoksul ve yalnız geçti. 1847 yılında meme kanseri yüzünden, 47 yaşının bitiminde vefat etti. Ölümü üzerinden 12 yıl geçmişken, Charles Darwin Türlerin Kökeni’ni yayımladı. Eserde, Anning’in bir paleontolog olarak tarih öncesi keşiflerinin de etkisi vardı. 1865 yılında Charles Dickens, editörlüğünü yaptığı All The Year Round dergisinde Anning’in yaşamıyla ilgili bir makale yazdı. Makalenin sonu şöyle bitiyordu: “Marangozun kızı kendine bir isim yaptı ve bunu da sonuna kadar hak etti.”
1867-1934 yılları arasında yaşayan Polonya asıllı kimyager ve fizikçi Curie, Madam Curieolarak da bilinir. Radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalarla iki farklı alanda Nobel Ödülü kazanmıştır. Uranyumla yaptığı deneyler sonucu radyoaktiviteyi keşfeden Curie, bunun dışında toryumun radyoaktif özelliğini buldu ve radyum elementini ayrıştırdı. 1903 Nobel Fizik ödülü ve 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi olmasının yanı sıra radyoloji biliminin de kurucusudur. Çalışmalarıyla bir çığır açan Curie, Nobel Ödülü’nü alan ilk kadın, bu ödülü iki kere alan ise ilk bilim insanı olmuştur. Eğitim hayatı ve tüm çalışmalarında bilim dünyasının erkek egemen yapısıyla da mücadele etti. Tümü erkeklerden oluşan Fransız Bilim Akademisi bir oyla üyeliğini reddetti. Pierre Curie’nin yakın dostu olan Paul Langevin arasında ilişki olduğu iddia edildi ve onun ikinci Nobel Ödülü’nü alması bile arka plana atıldı.
Bugün Türkiyeli bilim kadınları dünyanın farklı ülkelerinde önemli başarılara imza atıyor. Örneğin Covid-19 aşısının geliştirilmesini sağlayan Dr. Özlem Türeci bu isimlerden biri. Kanser tedavisi üzerine de önemli çalışmalar yapıyor Türeci. Fizik mühendisi Canan Dağdeviren, fizik alanındaki önemli buluşlarıyla ses getiren bilim kadınlarından. Prof. Dr. Feryal Özeltarihte ilk karadelik fotoğrafını çeken ekipte yer alıyor. Prof. Dr. Elif Nur Fırat Karalar, moleküler biyoloji alanında yaptığı çalışmalarla ses getiren bilim kadınlarından. Sinirbilim alanında çalışmalar yapan ve İsveç Kraliyet Hanedanı ödülünü kazanan Dr. Hatice Zara çalıştığı alandaki başarılarını uluslararası platformlara taşıyan önemli bilim kadınlarından. OCRA ödülüne 2020 yılında layık görülen Dr. Duygu Özmadenci kanserle ilgili çalışmalarıyla ses getiren isimlerden. Dr. Naşide Gözde Durmuş, 2015 yılında MIT Technology Review dergisince 35 yaş altı yenilikçiler listesine giren isimlerden. Dr. Berna Sözenyumurta ve sperm olmadan yapay embriyolar oluşturduğu çalışmalarıyla ses getiren önemli bilim kadınlarından. Bugünün en önemli problemlerinden olan iklim değişikliği ile ilgili çalışmaları yanı sıra deniz buzu gözlemleriyle bilinen Doç. Dr. Burcu Özsoy Çiçek, Antartika’ya giden Türkiyeli ilk bilim kadını.
Marry Anning 48 yaşında göğüs kanserinden, Rosalind Franklin 37 yaşında yumurtalık kanserinden, Ada Lovelace 36 yaşında rahim kanserinden, Sofya Kovalevskay 41 yaşında zatürre’den hayatını kaybetti. Newton’un Principia’sını Fransızcaya çeviren fizikçi Émilie duChâtelet (1706-1749), İtalyan matematikçi Maria Gaetana Agnesi (1718-1799), Alman astronom Caroline Herschel (1750-1848), İskoç matematikçi ve astronom Mary Somerville(1780-1872), ünlü İngiliz şairi Lord Byron’un kızı, matematikçi, Charles Babbage’ninyardımcısı ve şimdi dünyanın ilk bilgisayar programı olarak kabul edilen tasarımın yaratıcısı Ada Lovelace (1815-1852), Darwin’in Türlerin Kökeni’ni Fransızcaya çeviren Fransız antropolog Clemence Royer (1830-1902), Rus matematikçi Elizaveta Fedorovna Litvinova(1845-1919).. Yukarıda sıralanan isimler büyük başarılara imza atmış fakat belki de adını ilk defa duyduğumuz nice kadından yalnızca birkaçı.
Toplumsal olaylar ve sosyal gelişmeler kadının konumunu ve katılımını şekillendirmiş ancak kadınların yetenek ve zekâlarını ortaya koymaları erkeklerin belirlediği şartlar altında ve sınırlı olarak gerçekleşmiştir. Kadın her dönemin kendi özelliklerine göre açıklanmış, yeniden icat edilmiş ve onu özünden yoksun bırakan bir bakışla tanımlanmıştır. Kadınlara bakış açısı sadece içinde bulunulan coğrafya ya da topluma göre değil aynı zamanda inançlara ve değerlere göre de değişiklik göstermiştir. Kimi zaman ilk günahın sorumlusu kabul edilen kadınlar, kimi zaman dini inançlar vasıtasıyla sosyal yaşamdan uzaklaştırılmışlardır. Bilim ve bilimsel çalışmalar erkeklere özgü tanımlamalar içinde gerçekleştirilirken, kadın bu dünyanın dışında bırakılmıştır. Ancak, her dönemde bilime ilgi duyan kadınlar vardı, çalışmalarını, okumalarını gizli saklı, yüksek duvarlar arkasında, erkek ismi kullanarak yapmak zorunda kalmışlardı. Tüm zorluklara ve sınırlamalara rağmen kadın ve bilim antikçağdan itibaren iç içedir. Kadınlar bilim yapma özgürlüğünü elde etmek için uzun yıllar süren mücadeleler vermişlerdir.
Bugün ise kadınların verdikleri var olma mücadelesi hayatın her alanında artarak devam ediyor. Büyük bedeller ödeyerek kazandığımız haklarımız ise bir bir elimizden alınmaya çalışılıyor. Geçmişten günümüze düşman politikalara, mobinge, tacize, yok sayılmaya karşı bir adım geri atmayan aksine mücadelenin sesini sokaktan, üniversitelerden, laboratuvarlardan yükselten nice kadın vardı ve var olacaklar. Çıktığımız her yolda onların mirasını kuşanıyoruz.
8 Mart’ın öngünlerinde bir kez daha Rosa Luxemburg’un şu sözleri kulaklarımızda yankılanıyor; ‘Vardık, varız, var olacağız!