Siyasi duruş ve tavırlar eğer ilkesel olursa o zaman tutarlı ve inandırıcıdırlar. Çünkü ilkeler, herhangi bir konuda uzun vadeli olan temel tavırlardır. Günlük ve güncel tavırların uzun vadeli tavırlarla yani ilkelerle örtüşmesi, güncel tavrın inandırıcılığının en büyük güvencesidir.
Son yıllarda dünya siyasetinde görülen değişimlerle birlikte küresel güç dengesinde Çin, yükselen bir aktör olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Tek kutuplu dünya düzenini sürdürme arayışında olan Amerika Birleşik Devletleri ise Çin’in iktisadi ve askeri yükselişini durdurmaya çalışmaktadır. Rusya ise Çin ile birçok konuda ortak çıkar alanları yaratarak yeniden bir ‘‘Çift Kutuplu Dünya’’ sistemi yaratılmasını sağlamaya çalışmakta. Karşılıklı oluşan bu gerilim ortamı kendisine yeni ittifak arayışları ve gerilim alanları yaratmaktadır. Dünya’nın bu yeniden şekillenme sürecini nostaljik gözlerle izleyenler, ‘‘Dinsizin hakkından imansız gelir’’ gibi bakanlar ve hatta kendisine yer beğenmeye çalışanlar vardır ve olmaya devam edecektir. Ancak 20. YY’da bilimin gözüyle bakamadığımız, bilgiye yeterince erişemediğimiz, bilimsel bilginin süzgecinden geçiremediğimiz, 21. YY gelişmeleriyle beraber hayatımızda ağırlığını hissettiğimiz toplumsal mücadele alanlarının, sadece işçi sınıfı öznelinde değil bir bütün olarak yaşadığımız yüzyılın ezilenleri ve ötekileri açısından da bu kutuplaşmanın içerisinde taraf olmak mümkün müdür? yada yeni bir yol açmak yani ‘‘Başka Bir Dünya’’ ancak bu iki kutuptan birinin yanında pozisyon alarak mı mümkündür? Böyle düşünenler varsa, bu yeniden şekillenen çift kutuplu dünyanın gerilim alanlarında yaşanan gelişmelere bakarak kimin tarafı olduğumuza karar vermekte fayda var.
‘‘ABD-Çin diplomatik ilişkileri, 1950’lerde ikili görüşmeler gerçekleşse de esasında ilk kez 1972 yılında Şangay Ortak Bildirisi’yle başlamış, 1979 yılında ABD’nin “tek Çin” şartını kabul etmesiyle de resmî şeklini almıştır. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında ABD, bölgedeki varlığını artırarak stratejik dengenin kurulmasını ve devamlılığını sağlayan önemli bir aktör olmuştur. Nitekim ABD kendini bir Pasifik gücü olarak tanımlamakta ve başta ekonomik faaliyetler olmak üzere pek çok alanda bölgedeki etkinliğini göstermeye devam etmektedir. Diğer taraftan 1967’de ASEAN’ın (Association of Southeast Asian Nations) kurulmasının ardından güvenlik meselesi Asya-Pasifik’teki en önemli stratejik sorun hâlini almış, Çin’in uluslararası mevcut düzene meydan okuması da güvenlik odaklı iş birliklerinin artmasına neden olmuştur. Çin’in bir süper güç olarak ortaya çıkması ABD’nin dış politikasını yeniden şekillendirmesine ve Çin ile rekabetçi bir ilişki içine girmesine sebep olmuştur.’’ Bu bölümde anlatılan rekabetçi ilişkiler Asya-Pasifikte ne anlama gelmektedir, güncel olarak nasıl gelişmeler yaşanmaktadır önce bunlara bakmak daha sonra bu bölgede NATO’cu muyuz yoksa Çin’ci miyiz karar vermek gerekiyor. ABD uzun yıllardır bölgede ciddi bir askeri yığınak yapıyor. Son olarak Avustralya, Filipinler ve Japonya’da açılan yeni üslerle birlikte, Tayvan gerekçe gösterilerek Çin’in etrafında büyük bir abluka oluşturuluyor. Bunun karşılığı olarak Uluslararası sularda etkinlik alanı ABD’ye göre daha sınırlı olan Çin ise Salomon Adalarıyla askeri anlaşmalar yaparak ve Kamboçya’da yeni bir askeri üs kurarak kendi askeri sahasını genişletmeye çalışıyor. ABD’nin bölgedeki ülkelerle kurduğu askeri ilişkiler Çin’in bu ülkelerle arasındaki gerilimleri de gün geçtikçe daha da arttırıyor. Özellikle Avustralya ile ilişkilerin ciddi anlamda gerilmeye başladığı bir dönemde ABD’nin bölgedeki en büyük müttefiki olan Japonya, Hindistan ile kurduğu ikili ilişkilerle Çin üzerindeki baskıyı arttırma çalışmalarını sürdürüyor. Bölgede AUKUS(Avustralya, ABD ve İngiltere’nin kurduğu Güvenlik Paktı) varlığı yetmiyor gibi üzerine Avustralya, ABD, Japonya ve Hindistan’ın oluşturduğu Dörtlü Güvenlik Diyaloğu (QUAD) tansiyonu arttırmaya devam eden gelişmeler olarak değerlendirilebilir. ABD’nin Dünya barışı için uğraştığını iddia edenlerde olabilir. O konuda da bölgedeki 13 ülkeyle, küresel gayrisafi hasılanın %40’ını oluşturan ekonomik anlaşmalarının olduğunu bilmekte fayda var. Tabi bölgedeki bu gelişmelerin yanında Vietnam’da sadece kahve tarlalarında 40.000’den fazla çocuk işçi kayıt dışı çalıştırılıyor ve Filipinlerde yiyecek ekmek bulamayan insanlar günlük birkaç dolar kazanabilmek için zengin ülkelere giderek kölelik koşullarında çalışıyorlar. Biz yine de bu bölgede taraf tutmayı yazının sonuna bırakıp, Dünya’nın geri kalanındaki gelişmeleri de inceleyelim.
Avrupa Birliği 2021 yılında 155 milyar metreküp Rus gazı satın almıştır. AB’nin gaz ithalatının %45’i ve toplam gaz tüketiminin yaklaşık %40’ı Rusya’dan karşılanmaktadır.2022 yılının şubat ayında başlayan Ukrayna-Rusya Savaşı enerji piyasalarında bir dönüşüm ihtiyacı ortaya çıkarmış, Avrupalı ülkelerin Rusya’nın doğalgazına ve kömürüne olan bağımlılığını değiştirmesi yönünde bir arayışa sebebiyet vermiştir. Enerji krizine en hızlı çözüm, başta Katar ve ABD olmak üzere diğer devletlerden sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tedarik etmektedir. Bu durum ise başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın LNG tesisi eksikliği nedeniyle sorunlar yaratmaktadır. Enerji çeşitlendirmesi arayışında rezervleri ve yatırıma açık üretim kapasitesi nedeniyle akıllara ilk gelen seçenek, Afrika ülkeleridir. Afrika gazına ve özellikle de depolanması ve taşınması kolay olan sıvılaştırılmış doğalgaza, eskiden olduğundan daha fazla alan açılmıştır. Nijerya, Afrika kıtasının kanıtlanmış en büyük doğalgaz rezervlerine sahiptir ve ardından da Cezayir, Senegal, Mozambik ve Mısır gelmektedir. Bu gelişmelerle beraber Amerika Birleşik Devletleri 14 Ekim 2022 tarihinde yeni Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ni yayınlamıştır. Söz konusu belge ışığında denilebilir ki; ABD, Afrika’yı, Çin ve Rusya ile büyüyen askeri rekabetinde önemli bir bölge olarak görmektedir. Zira Çin, kıtanın en büyük ticari ortağı konumunda iken Rusya da kıtaya en büyük silah pazarlayan aktör durumundadır. Rusya, Wagner Grubu vasıtasıyla Sudan, Libya, Orta Afrika Cumhuriyeti ve son olarak Mali gibi birçok ülkede hükümetlere güvenlik sağlamakta ve ordulara eğitimler vermektedir. Diğer yandan Çin ise ilk denizaşırı askeri üssünü 2017 yılında Cibuti’de açmış, Kuşak-Yol Projesi kapsamında yatırımlarını korumak adına Afrika’daki ülkelerle askeri ve güvenlik işbirliğini arttırmıştır. 6 Ekim 2022 tarihinde ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimî Temsilcisi Linda Thomas-Greenfield açıklama yaparak bölgeye yönelik rekabeti kendince şöyle gerekçelendirdi: “Afrika’daki en acil ve büyüyen endişelerden biri, Kremlin destekli Wagner Grubu’nun Orta Afrika Cumhuriyeti, Mali ve Sudan’ın yanı sıra diğer ülkelerin doğal kaynaklarından yararlanma stratejisidir. Bu haksız kazançlar, Moskova’nın Afrika, Ortadoğu ve Ukrayna’daki savaşını finanse etmek için kullanılıyor.” Bu durum bahsi geçen ülkelerin Emperyalist yayılmacı politikaları olarak okuyabilir yada ‘‘Afrika halkı 600 yıla yakın zaman köleleştirildi, insan gibi davranılmadı, yeterince beslenmedi. Bari bizim azıcık hayrımız dokunsun’’ gibi düşündüklerine de inanabiliriz. Belçika Kongosu’nda yakalanıp Amerika’da tişleri törpülenerek, zincirlenerek sergilenen Ota Benga’nın ve et ile sütü boş veriyorum, temiz su bulamayan Afrika Boynuzundaki 20 milyon çocuğun tarafı mıyız yoksa bu ülkelerin arasında mı tarafız? Bu sorunun cevabını da yazının sonuna bırakıyorum.
Taraf seçmenin daha rahat bir zemine oturabilmesi için, diğer bölgelere göre daha fazla bilgimiz olan Ortadoğu üzerinden biraz durum değerlendirmesi yapabiliriz. Çin’in 2049 yılında tamamlamayı planladığı ‘‘Tek Kuşak Tek Yol’’ yani yeni İpek Yolu projesi açısından Ortadoğu büyük bir önemde bulunuyor. Özellikle ABD’nin küresel stratejik ağırlığını Asya-Pasifik bölgesine kaydırdığı bir dönemde Çin Ortadoğu’da görünür ilişkiler kurmaya başladı. Bu noktada Suudi Arabistan ile yaşanan OPEC Krizinin ve bir dizi politik uzlaşmazlığında önemli bir faktör olduğu fikri yanlış olmaz. Çin bu alanda yaşanan boşluğu Suudi Arabistan’ın sanayileşme ve ekonomisini çeşitlendirme yönünde yapacağı çalışmaları destekleme, 2021 yılında ihraç edilen petrolün %27’sini tek başına alma gibi gelişmeler ışığında doldurması çok zor olmadı. Bu iki ülke arasında büyük miktarda silah anlaşmaları da bu süreç içerisinde gerçekleşen diğer önemli olaylar oldu. Çin sadece Suudi Arabistan ile değil, Katar ve İran gibi etkin güçlerle de ilişkilerini geliştirdi. Hatta güncel gelişmeler olarak İran ve Suudi Arabistan arasında görüşme kanallarının oluşmasında da aracı oldu. Yemen’de yüz binin üzerinde insanın öldüğü, milyonlarca insan yaşadığı bölgeleri terk etmek zorunda kaldığı bir savaşta görüşmeye tenezzül etmeyen bu iki devlet, söz konusu bölgedeki yeni rant ilişkileri olduğu zaman görüşebileceklerini duyurdular. Peki Çin, İran ile bu ilişkiyi nasıl geliştirdi. Batılı ülkeler tarafından uzun yıllardır büyük bir ekonomik ambargoya maruz kalan İran, ‘‘Kuşak ve Yol’’ projesi kapsamında Çin ile 25 yıllık işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın üzerindeki ambargoların kaldırılması ile de Çin, İran’ın enerji sektörüne 280 milyar dolar, altyapı yatırımlarına ise 120 milyar dolar yatırım yapma kararı aldı. Peki ekonomik ve askeri bu gelişmeler olurken, bu ülkelerde başka neler yaşanıyor? Mesela Suudi Arabistan’da siyasi mahkumlara karşı insan hakları ihlalleri azalıyor mu? Yada İran’da Mahsa Amini’nin öldürülmesi üzerine başlayan eylemler karşısında özgürlüklerin önü mü açıldı? Bu konuda da kimin tarafında olduğumuz yazının sonuna kalsın.
Arktika, 9 milyon km²’si kara, geri kalanı deniz olan toplamda 27 milyon km²’lik bir alana yayılan Kuzey Kutup Dairesi’nin üstünde kalan bölgedir. Bu bölgede 90 milyar varil petrol, 48 trilyon metre küp doğalgaz ve 44 milyar varil doğalgaz sıvısı olduğu tespit edildi. Bununla beraber buzulların erimesiyle Avrupa-Asya arasında yeni deniz yolları ortaya çıktı. Bu yüzden de hem ticari hem de siyasi olarak birçok ülke, Arktik Bölgesi’ne ilgisini artırmaktadır. Bu ülkelerin başında ise Rusya, Çin ve ABD gelmektedir. Arktik Okyanusu’na kıyıdaş olan Rusya, ABD, Kanada, Norveç ve Danimarka, Arktik Beşlisi olarak adlandırılmaktadır. İzlanda, İsveç ve Finlandiya ise Arktik Okyanusu’na doğrudan sınırları olmamalarına rağmen bu statüyü kazanmak için mücadele eden ülkelerdir. Çin, 2018 yılının Ocak ayında “Kuzey Kutbu Politikası Beyaz Bülteni”ni yayınlayarak kendini Kuzey Kutbu’na yakın bir devlet olarak tanımladı. Çin, bölgede bir toprak iddiasında bulunmasa da bilimsel araştırma yapma, ekonomik kaynakları takip etme ve bölgedeki yönetimde aktif rol oynama hakkına sahip olduğunu savunmaktadır. Bu kapsamda Pekin yönetimi, Arktik Bölgeyi Kuşak-Yol Projesi kapsamında değerlendirmekte ve bölgedeki varlığını “Kutup İpek Yolu”na dayandırmaktadır. ABD karşısında Dünya’nın geri kalanının umudu olan Çin-Rusya ittifakı ise bu bölgede pek anlaşamamaktadırlar. Rusya, Çin’in bölgeye gösterdiği ilgiden rahatsızlık duymaktadır. ABD, Arktik siyasetini ve güvenliğini; Rusya ve Çin’e karşı konulması çerçevesinde değerlendirmektedir. Ayrıca ABD’nin petrol endüstrisindeki rakipleri Çin ve Rusya’nın yükselişini engelleme hedefi ve NATO bağlamında Arktik ülkeleriyle geliştirdiği ilişkiler, Washington yönetiminin Kuzey Kutbu’na ilgisinin başlıca gerekçeleri olarak düşünülmektedir. Söz konusu durum, Beyaz Saray tarafından 7 Ekim 2022 tarihinde yayınlanan “Yeni Arktik Stratejisi” belgesinde de açıkça görülmektedir. Esasen İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine verilen destek de bundan kaynaklanmaktadır. Peki; her yıl yeni toplantılar düzenleyerek ‘‘İklim Değişikline Karşı Mücadele’’ Anlaşmaları imzalayan bu devletler, bu mevcut durum altında buzulların daha fazla erimesini mi bekliyorlar? Bakın, Pandemi döneminde Çin’de kapanan fabrikalardan sonra, ülkedeki santraller %36 daha az enerji üretti, %29 daha az kömür kullandı ve bir ay içinde karbon emisyon oranı %25 oranında düştü. Öngörmek çok zor olmasa gerek, aynı koşullar altında diğer ülkelerde de benzer rakamlar ortaya çıkacaktır. Biz Arktik Bölge’de ekolojik yıkımı görmezden gelen, çıkarları için doğayı katletmekten bir saniye olsun tereddüt etmeyen bu devletlerin arasında mı tarafız yoksa aynı bölgede yaşayan Kutup Ayılarının tarafında mı?
Bu sistem 21. YY’ın Emperyalist Paylaşım ilişkisidir. Kimin nereden ne kadar köşe kapacağının, kapamayanın gözünü kırmadan milyonları ölüme sürükleyeceği bir sistemin adım adım döşenen taşlarıdır. Ben yazının sonunda ‘‘hepimiz’’ adına taraf beyanı yapmaktan vazgeçtim. Herkes kendi durduğu yerden, tarafını kendisi seçsin. Ancak bilinmeli ki Venezüella’da, Filipinler’de, Yemen’de, Kongo’da, Türkiye’de daha insanca bir yaşam mümkün. İran Sineması baskı ve sansür politikaları karşı oluşan simgesellik üzerinde gelişmiştir. Bir İngiliz filmi sahnesinde estetik kaygı ile kullanılan güvercinin kanat çırpıp uçması, İran Sinemasında özgürlüğün altını dolduracak yüzlerce kavramla anlam bulur. O güvercine nasıl bakacağımız, bugün ki Dünya’ya nasıl anlam yüklediğimizle de ilgilidir. Yani uzun lafın kısası: BAŞKA BİR DÜNYA HALA MÜMKÜN!