Kadir Akın tarafından kaleme alınan “100. Yılda Red ve İnkar Devam Ediyor!” başlıklı yazı Tükenmez Dergisi’nin Mayıs ayında yayımlanan 45. sayısında yayımlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Osmanlı tarihinden aldığı korku mirasının en önemli ögesi ‘’gavur’’ düşmanlığıydı. Osmanlı’da din temeline dayanan millet anlayışı, Müslüman milleti ile gavur milleti arasında saflaşma yaratırken, bu ‘’Milleti hakime’’ ve ‘’Milleti Mahkume’’ olarak nitelenirdi. Türk ulusunun oluşumunda bu millet anlayışı Türklükle harmanlanarak ‘’Müslüman Türk’’ milleti olarak kabul görecekti. Dinsel yaklaşım öne geçirilince de bu topraklarda yaşayan farklı etnik kimlikler Müslüman olmaları nedeniyle uzun yıllar ‘’Türk’’ olarak telakki edildi.
100. yılını tamamlayacak olan T.C. deki Türklük bilinci de gavura duyulan nefret üzerinden oluştu. O yüzden Cumhuriyet kurulurken bir yandan kendisini Osmanlının bakiyesi ya da devamcısı gibi görürken, bir yandan da red ve inkar her aşamada belirleyen olma özelliğini korudu. Bu tarihsel çerçevede şekillenen ve gelişen Türkiye sosyalist hareketi de bu zaaflardan kurtulma konusunda hem geç kaldı hem de bütün toplumu içine alan bu gavur düşmanlığından ve nefret söyleminden derinden etkilendi. ‘’Yedi düvele karşı verilen anti-emperyalist ulusal kurtuluş savaşı’’ sonucunda, Anadolu Müslüman olmayanlardan arındırılıp, mallarına mülklerine el konulur ve sermayenin el değiştirmesi sağlanırken, Anadolu’da yeni bir devlet Cumhuriyet olarak kuruldu ve her şey İslamlaşma ve Türkleşme yolunda ilerledi.
1908 Devrimi saltanatı ve hilafeti kaldırmamıştı ama 33 yıllık despot bir rejimi devirirken Anayasanın yeniden yürürlüğe girmesi, meclisin açılması ve farklı etnik kimliğe mensup vekillerin meclise girmesini ve toplumda gözle görülür bir rahatlamanın oluşmasını sağlamıştı. Bu yanıyla halkçı bir içeriğe sahipti. 1908’in 23 Temmuz’unda itibaren aylarca hemen her yerde özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temalı gösteriler olurken ve yurtdışında yaşamak zorunda kalan Müslüman-Türk muhalif aydınların yanı sıra Rum, Ermeni partilerinin önderleri de İstanbul’a gelmeye ve partilerini kurmaya başlayacaklardı. O günün koşullarında hemen her yerde onlarca gazete ve dergi yayınlanmaya başladı. Anadolu’da yeterli örgütlenmesi olmayan İttihat ve Terakki Cemiyeti Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (Taşnaktsutyun) imkanlarını kullanıyordu. 1878 yılından 24 Temmuz 1902’ye kadar geçen sürede neredeyse hiç grev olmamıştı. İkinci Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra grevler dalga dalga yayılmaya başlayacaktı. Meclis- i Mebûsan’ın açılması, siyasi ve sosyal bir dizi reform henüz yasallaşmamış bile olsa, “reform” lafı dolaşıma girmişti. Çalışan kesimlerin hak taleplerinin, görece özgürlükler ortamında dile getirilmesi ve bu eylemlerin görünür olması yeni bir durumdu. Daha önceki hak arama talepleri kolluk kuvvetlerince bastırılıyor, haber bile olmuyorlardı. Meşrutiyet devriminin getirdiği düşünce ve ifade özgürlüğü, halk kitlelerinin sokak gösterileri, işçilerin taleplerini dile getirme konusunda açıkçası onları cesaretlendirmişti. Elbette ki sosyalizm düşüncesi; Müslüman ve Türk orijinli İştirakçi Hilmi’nin Osmanlı Sosyalist Fırkası (OSF) siyaset sahnesinde yerini almadan çok önceleri, Ermeni Partileri vasıtasıyla biliniyor ve duyuluyordu. Hınçak Sosyal Demokrat Partisi (1887) ve Ermeni Devrimci Federasyonu (1890) kuruldukları tarihlerden itibaren sosyalizm mücadelesini etnik talepleriyle harmanlayarak Osmanlı topraklarında mücadele ediyorlardı ve üyesi oldukları 2. Enternasyonal partilerinin benzeri programa sahiptiler. 1902 ve 1907’de Jöntürklerin organize ettiği Paris kongrelerine Hınçakların katılmaması tesadüf değildi. Marksist temelde kurulmuş olan bu parti önderleri (Sabah Gülyan ve Madteos Sarkisyan/Paramaz) İttihatçıların ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda tutuculuğunu görüyor ve onları milliyetçi olarak değerlendiriyorlardı. Hınçaklar1900 yılında İstanbul’da yaptıkları gösterilerde sadece etnik talepler değil; herkes için adaletli vergi yasası, anayasa, hak, hukuk, basın ve örgütlenme özgürlüğü, 8 saatlik iş yasası gibi birçok sosyal hak taleplerinde bulundular ve bunlara parti programlarında da yer verdiler. Sosyalizm 1890’lı yıllardan itibaren Osmanlı topraklarında dile getirilen bir ideolojiydi. Şimdi bu etkileşim çok daha hızlı olmaya başlamıştı. Toplumu altüst eden özgürlük ortamı koşullarında, farklı milliyetlerden işçiler sınıf çıkarları için bir araya geliyorlar, hızla yaygınlaşan bu grev dalgası içinde sosyalizm fikri de “sörf” yapma imkânı buluyordu. 30 Temmuz tarihinde İstanbul’da tütün ve vapur işçileri greve başlamıştı. 1908 yılının Temmuz-Aralık ayları arasında, Osmanlı İmparatorluğu’nda bilinen grev sayısı 120’ye ulaşmıştı. Gerçekten de Meşrutiyetin ilanından sonraki aylarda büyük kentler başta olmak üzere birçok yerleşim yerinde özgürlük rüzgarları esmişti. Ermeni Devrimci Federasyonu önderlerinden Agnuni, Cenevre’deki yoldaşlarına hitaben yazdığı mektupta: ‘’Size bu şehirden jurnallenme korkusu olmadan yazdığım için ne kadar mutlu olduğumu hayal edemezsiniz, 32 yıldır susturulmuş ağızların hep beraber “Hürriyet” diye haykırdığı bir şehir. Kitleler duygu seline kapılmış halde kendilerinden geçiyorlar. 30 yıllık sessizliğin ardından 30 gün boyunca bağırmak ve sarhoş olmak mümkün’’ diyecekti.
1908 devrimi, çoğulcu parlamenter bir sistemi getirmişti ama 33 yıl süren despotik sistemin tepesindeki ismin yetkileri kısılsa da Yıldız sarayında oturmaya ve yeni ile eski birbirini tartmaya devam ediyordu. ‘’31 Mart vakası’’ denen süreç, Abdülhamid’in tahttan indirilerek Selanik’te sürgüne gönderilmesiyle sonlandı. İttihat Terakki ise devrimin ilk aylarındaki ‘’özgürlükçü’’ söylemlerini terk etmeye başlamıştı. Osmanlıyı saran grev dalgası karşısında 1908’in Ekim’in de Tadil-i Eşgal kanunu ile grevlere yasak geldi. Üstelik yasa meclise bile getirilmeden bakanlar kurulu eliyle hayata geçirilecekti. Gerekçelerden birisi de yabancı sermayenin bu grev ortamında kendisini güvende hissetmeyecek olması idi! Tadil-i Eşgal yasasına en sert tepki Meclisteki Sosyalist vekillerden geldi. Kimdi bu vekiller?
Osmanlı Meclisindeki Sosyalist Vekiller
Meclis’te, grev, sendikalar ve işçi hakları ile ilgili kanun teklifinin tartışılması esnasında kendilerine ‘’Sosyalist vekil grubu’’ denen bu vekiller, grev hakkının tanınması, sendika ve örgütlenme özgürlüğünün garantiye alınması ve işçi hakları, arazi vergilerinin adaletli toplanması, kanunsuz olarak el konulan toprakların iadesi, bütçede eğitime verilen payın arttırılması, askerlik yasası, kadın haklarının genişletilmesi gibi konuların yanı sıra, adaletsiz buldukları her konuya itiraz ettiler ve sosyalizm ideallerinden de taviz vermeyerek kürsüyü boş bırakmadılar. Grup, üç Ermeni ve bir Bulgar vekilden oluşmaktaydı. Adana vekili Murad (Hampartsum Boyacıyan) Hınçak listesinden, Erzurum milletvekili Ohannes Vartkes Serengülyan ve Van milletvekili Vahan Papazyan (Goms) EDF’li olmasına rağmen İttihat Terakki listesinden ve Bulgar mebus Dimitri Vlahof ise Selanik Sosyalist İşçi Federasyonu (SSİF) temsilcisi olarak mecliste bulunuyorlardı. Mecliste fiili bir grup oluşturan bu vekillerin mecliste sürdürdüğü tartışmaların çok büyük bölümünde yanı başlarında Kirkor Zohrab’ı görmek, hatta, kimi zaman ırkçı ve milliyetçi tepkiler karşısında sosyalizme de sahip çıkar pozisyonda görmek mümkündü. Osmanlı Meclis-i Mebûsanın da bir ilk olan bu duruma, yeterince kıymet verilmediği, bu sürecin irdelenmediği apaçık ortadadır. Sosyalizm idealini meclis kürsüsünden savunan, Sosyalizm hakkında en küçük bir fikri bile olmayan meclis çoğunluğuna bulduğu her fırsatta sosyalizmi anlatmaya çabalayan bu bir avuç insanın mücadelesinin yok sayılarak görünmez kılınmasını, bir tarihsel kesitin gözlerden kaçırılması çabası olarak görmeli ve anlamalıyız. Çünkü 1909-1912 yılları arasında Osmanlı Meclis-i Mebûsanının duvarlarında yankılanan sosyalizm sözcüğünü Mecliste yeniden duymak için onlarca yılın geçmesi gerekecek, 1. TİP’in meclise 15 vekille girdiği 1965 yılında sosyalizm sözcüğü yeniden parlamentoda duyulacaktı.
Osmanlı Meclisindeki bu grubun içinde yer alan Hampartsum Boyacıyan (Murad) bir gerilladır ve İTC önderleriyle yapılan görüşmede “İstanbul ve Sasun Kahramanı” diye takdim edilebilmiştir. Bu gupta anılan diğer milletvekili Vahan Papazyan ise Meşrutiyet ilan edildiğinde Muş dağlarındaki sığınaklarda bir EDF gerillasıdır ve dağdan fedailerle birlikte indiğinde Van’da vali ve tugay komutanı tarafından karşılanacak ve sonra o ilden milletvekili seçilecektir. Bu grupla birlikte adı anılmasa da Armen Garo‘nun şehir gerillacılığının örneklerinden olan Osmanlı Bankası baskınındaki rolü de unutulmamalıdır. Meşrutiyet ilanı sonrası çıkarılan siyasi af, Osmanlıcı bir programla geleceği birlikte kurma isteği, Meclis’te kanun tasarılarıyla ile ilgili süren tartışmalarda kendini gösteriyordu. Bu vekiller ilan edilen Meşrutiyete ve yeniden yürürlüğe konan Kanun-i Esasiye sadık kalarak Osmanlı’da modernleşme için başta eğitim olmak üzere hemen her konuda yol göstermeye çalıştılar. 1908-1913 yılları arasındaki meclis tutanakları incelendiğinde görülecektir ki, 288 vekilin arasında kürsü kullanımı bakımından Ohannes Vartkes Serengülyan ilk sıralarda gelmektedir. Mecliste tartışılan Tatil-i Eşgal kanunuyla ilgili hükümet sözcülerinin grevlere bir itirazı Avrupa sermayesini korkutma konusu ise bir başka itirazları da kamu hizmeti veren işyerlerinde sendika kurmanın ve greve çıkmanın sakıncaları üzerineydi. Üstelik bunu genelleştirerek bütün işletmeleri bu kapsamın içine sokmaya çalışıyorlardı. Erzurum milletvekili Vartkes Serengülyan birkaç kez bu konuda söz alarak sermayenin işçileri ezmesine izin verildiğini emekçilerin sermaye karşısında tek güvencesinin örgütlenme olduğunu, bunun yolunun da sendika kurmak ve işverenle pazarlık yapmak olduğunu anlatacaktı. Bu vekillerin Meclis konuşmalarında çok sık sosyalizm vurgusu yapmaları, kimi zaman tartışmaların alevlenmesine ve bağrışmalara da neden olmaktaydı. Mecliste “sosyalizm” kelimesinin geçtiği her konuşmaya kimi vekillerin tahammülsüzlüğü, protestoları ve “istemeyüz” bağırışları sürerken, Osmanlı halkının çıkarlarını savunanlar sadece bu sosyalist vekillerdi.
Maarif Bakanlığının Meclis-i Mebûsan’da süren bütçe tartışmalarında, Vahan Papazyan’ın yaptığı konuşma, sunduğu veriler, derinlikli analizler, Osmanlı toplumunu ve onun bakiyesi Türkiye’yi de daha iyi kavrayabilmemiz için bize ışık tutar niteliktedir. Meşrutiyet ilan edildiğinde kendisi dağda sığınaklarda gerilla komutanı olan Papazyan, Tebriz’de doğmuş ve St. Petersburg Üniversite’ne gitmişti. Osmanlının geri kalmasının temel nedenlerinden birisi olarak eğitim sisteminin yeterli olmamasına, bütçeden bu konuya ayrılan payın diğer ülkelere göre oldukça az olmasına dikkat çekerken; ortaya koyduğu veriler, Omanlı’nın sadece eğitim alanında değil, genel durumu hakkında da bize bilgiler sunuyor. 8 Mayıs 1911 yılında Meclis’te yaptığı konuşmada, eğitime ayrılan bütçenin çevre ülkelerle ayrıntılı kıyaslamasını görmek mümkün. Konuşmasının en çarpıcı bölümü ise Osmanlı Toplumunun %90’a yakınının tarım ve hayvancılıkla uğraştığını ve tarımın modern hale getirilmesinde eğitimin önemine yaptığı vurgunun olduğu bölüm oluşturuyor. Papazyan köylerde ve kasabalarda tarımın modern halde yapılabilmesi için özel okulların açılmasını öneriyor. Daha sonraları ‘’Cumhuriyetin kazanımı’’ olarak anlatılan Köy Enstitüleri ancak 1940’larda kurulabilmişti.
Kadınların seçmen bile olamadıkları o tarihlerde, Osmanlı Mecli-i Mebusan’ı tümüyle erkeklerden oluşuyordu. Kadınları ilgilendiren her konuyu erkekler tartışıyor ve onlar karar veriyorlardı. Askerlik yasasının 28. maddesine göre, 7-8 yaşlarındaki kızlar ve 55 yaşını geçmiş kadınlarla evlilik yapan erkekler, eşlerine bakmakla yükümlü oldukları gerekçesiyle askerlikten muaf tutuluyorlardı. Bu durum aynı zamanda şerri yasalar açısından Müslüman erkekleri koruyor, üstelik askerlikten kaçmak için bunu hile haline getiriyorlardı. Meclis esas olarak bu hile durumunu tartışmaya açtıysa da, kız çocuklarının karşı karşıya kaldıkları bu zor duruma itiraz eden vekiller de oldu. Ne var ki, vekillerin çoğunluğu evlenme yaşının yükseltilmesine karşı çıktılar. Büyük çoğunluk evlilik ve doğurganlık yaşını 12 olarak görüyorlar, kadınların bedenleri ve fiziki yapılarıyla ilgili ileri geri konuşuyorlar, kadınların bedeni durumlarını farklı iklim koşulları ile açıklamaya çalışıyorlardı. Sosyalist vekil Hampartsum Boyacıyan kendi cemaatlerinde kadınların evlilik yaşının 15 olduğunu söyleyebildi ama şeriat hükümlerini hatırlatan konuşmalar olmaya başlayınca ve evlenme yaşının 9 olmasının şeriata uygun olduğuna dair konuşmalar çoğalınca konu kapanacaktı.
1908 devrimi halkçı bir karakterdeydi ve devrimin ilk ayları Osmanlı halklarına yıllar süren istibdat sonrasında özgürlük vadediyordu. İttihatçıların sonra hızla siyasal bir gericiliğe yelken açmaları 1913 yılında öncülük ettikleri Babıali darbesiyle demokratik tüm kanalları kapatarak, meclisi kendi rejimlerine yedeklemeleri ve büyük bir insanlık suçu olan soykırıma yönelmeleri ile bu süreç sonlandı. 1923-1924 ve Cumhuriyetin kuruluşu ile bir başka tarih algısının yaratıldığını söyleyebiliriz. Kemalist iktidar kendisine muhalif gördüğü ne varsa tasfiyeye girişti. Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’in karanlık sularında katledilirken, esir alınan eşi Maria’da daha sonra öldürülecekti. Bu Komünistlerin tasfiyesi anlamına geliyordu. Birlikte mücadele ettiği paşalar ise İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla tasfiye edileceklerdi. Çerkes Ethem canını zor kurtarırken, Kazım Karabekir de İnönü sayesinde tutuklanmaktan kurtulacaktı. 1925’de ise Şeyh Said isyanı gerekçe gösterilerek Kürtler susturulacak ve tasfiye edileceklerdi. O tarihte ilan edilen Takrir-i Sükun kanunu ile 1926’ya gelindiğinde artık tek parti diktatörlüğü bütün kurumlarıyla hayata geçirilmiş durumdaydı.
Cumhuriyetin 100. yılında sosyalistlerin kendi tarihlerini araştırmadan, bu topraklarda süren sosyalizm mücadelesini görmeden, bunu analiz etmeden resmi tarihin aktarımlarıyla yetinerek bir ezberi yıllardır tekrarlaması, deney ve tecrübeden yoksun olarak yol yürümesine neden olurken, Enternasyonalizm konusunda da en büyük zaafını teşkil etmeye devam ediyor.